25 Temmuz 2007 Çarşamba

Bedava olmasanda....

Gülümsedi: Delileri de affederler mi acaba?


''Kendini deli zannedenleri affederler belki '' dedi Hüsamettin Bey.''Başkalarına zararı dokunan delileri de affederler mi? ''Genel bir afsa , onları da suçsuz saymaları gerekir.Bencillik yüzünden başkalarına bilmeden eziyet edenleri''...'' Hepsi , hepsi affedilecek herhalde.Genel affı senin çıkaracağın anlaşılıyor;Sende istediğini yaparsın.''

''Kolay mı albayım?Akıl insanın yakasını bırakıyor mu?Fakat afla birlikte şartları da düzeltmek gerekiyor albayım.Yoksa serbest bırakılanlar ümitsizlikten , yapacak başka bir şey yapmadan yaşanamayacağı için , iyi bir şey yapmasını öğrenemedikleri için ve kötü birşey yapmaktan başka çareleri olmadığı aynı suçu tekrar işlerler.Başka çare yoktur albayım.Genel af , aslında değişik bir işkence yoludur .Yoksa affederler miydi?Dünyada bedava hiçbirşey yoktur albayım''

Var dedi albay....Sen varsın.Ve senden önemlisi oyunların var.Fakat herkesin burnundan getiriyorum.O başka dedi albay .O senin huyun .Bedava olmasanda burnundan getireceksin herkesin.Güldü. Oyuna bende alıştım galiba .Hikmet bağırdı....Onun için gerçek değilsiniz işte .Aman yarabbi .Dünyanın sonu geldi .Yazalım albayım .Başka çaremiz yok....

Size ihtiyacım olduğu için yarattım.....

Şimdiye kadar nasıl oldu da sizin, daha önce kafamda yaşadığım olaylar gibi bir hayalden ibaret olduğunuzu düşünemedim.Oysa her şey ne kadar açıktı.Size ihtiyacım olduğu için yarattım emekli albayı.Ne Sevgi , ne Dumrul ne de Bilge buna dayanırdı.Onları yeniden yaratamazdım; buna izin vermezlerdi.Dul kadın da , siz de karşı koymadınız.İnsanlara ancak hayallerinde karşı konulmaz, ancak rüyalarda olur böyle şeyler.Siz bir rüya kahramanısınız albayım .Beni çok ezdiler horladılar albayım ; onun için bir dul kadına , yani Nurhayat hanıma ihtiyacım vardı.Ha-ha.Nerede görülmüş böyle bir dul kadın?Hemde adı Nurhayat .Oğlu askerde piyes yazıyor.Albay da tarihe meraklı ;benim gibi karısından ayrılmış.İşte böyle bir Hüsamettin Bey yaşına ,başına ve mevkiine bakmadan beni anlıyor....

Hepsi de beni başından attı albayım....


Burada bahsedilenler sadece resmi kayıtlara geçen Hikmetlerdir doktor.

Hüsamettin Bey'' sen de çok oluyorsun'' dedi....

''Fakat albayım ,insan hiç resmi kayıtlara doğru bir şekilde gelebilir mi?
''Seninle birlikte olmaktan yorulan insanlara hak veriyorum '' dedi albay.''HEPSİDE BENİ BAŞINDAN ATTI ALBAYIM'' Suratanı astı, gözlerini kırpıştırarak bir süre tavana baktı.!!''Yoruldum albayım '' dedi.Albay telaşlandı; Bir şeyin yok ya oğlum? Hikmet başını yana çevirdi.İyiyim albayım dedi zayıf bir sesle.Sahi iyi misin? Başımın altına bir yastık verirseniz daha iyi olacağım.Sonra albayın sesini taklit etti.''Bu çocuk ölürkende şaka yapacak''.Kendi sesiyle devam etti.Yapamayacak albayım .Orada şaşıracaksınız işte''

Selim ölmeden önce .....

Selim ölmeden önce , içinde düşüncenin fazla yer tutmadığı bu evde oturuyorlardı.Selim yaşamıyordu artık ve gene aynı evde oturuyorlardı.Bu olayın etkisini eşyada görmek imkansızdı.Ayrıca bu evde Selim'in içine dert olan şeylerde bir değişiklik yapılmamıştı, herşey yerli yerinde duruyordu; değil Selim'in düşünceleri , genel anlamda bir düşünce bile kendine uygun bir yer bulamazdı;küçük odada çocuklar yatıyordu, hemen yanındaki onların yatak odaları vardı; salonda zaten birçok iş birarada görülüyordu; yemek ,yaşamak, çalışmak ve misafir kabul etmek.....Selim ve düşüncelerinin temsil ettiği şey -birşey temsil ediyorlarsa eğer-bu evde birkaç günlük gece yatısına gelmiş bir misafirdi.

Bazı günler konuşmazdı insan....


Nermin perdeleri kapatıyordu.Demek dünyayla ilişkileri kesme vakti gelmiş .'' Bugün ne yaptın canım?'' zamanı yaklaşmıştı demek .Turgut birden günü anlatarak tekrar etmenin getireceği yorgunluğu duydu.Bazı günler konuşamazdı insan......

Okulla babamı uzlaştırmaya imkan yoktu....

Okulda ilk öğrendiğim gerçeklerden biride babamın -sonra peder oldu-beni yanlışlıkla mektep yerine okula gönderdiği oldu.Önümüze alfabe alfabe adında anlaşılmaz bir kitap koydular.Babam onada elifba dedi.Okulla babamı uzlaştırmaya imkan yoktu.

''Bu garip kitapta,bizim kılığımıza pek benzemeyen bir biçimde giydirilmiş çocuklar , boyuna birbirlerine top atıp duruyorlardı.Hangi mahallede oturduklarını bilemediğim bu çocuklar ,kumbaralarında -bizim evde böyle kutu yoktu-para biriktiriyorlardı;babalarıda Ahmet Ağabey kadar genç ve bıyıksız adamlardı bunlar onlara çatana denilen kayıklar alınıyordu.Bir de vatan denen bir şey vardı ki , çok iyi korunması gerekiyordu.Bizler her sabah hep bir ağızdan onu özümüzden çok sevdiğimizi ant denilen bir şey içerek haykırıyorduk.

24 Temmuz 2007 Salı

SEN YİNE ANLAT SELİM

''Hayır sen anlat''.Selim omuzlarını silkti.''Hepsi aynıdır dedim ya''.Turgut içinde ifade edemediği tatlı bir duygunun varlığını duyarak direndi.''HAYIR SEN YİNE ANLAT SELİM.SEN BAŞKA TÜRLÜ SÖYLERSİN.SEN ANLATINCA BEYLİK OLMAZ.''

Durum ümit verici değildi.....

Kitaplığın önünden zorla ayırdı kendini:oyuna gelmeyelim yeniden.Aynı zamanda yatak olabilen kanepeye oturdu ve bir düğmeye basınca içinden sahte ağızlıklara sokulmuş sigaralar çıkan kutudan bir sigara alıp, Alaettin'in lambası biçimindeki biçimindeki çakmakla yaktı.Durum ,ümit verici değildi; yerdeki halı mobilyalara hiç uymuyordu.Düğün hediyesi.Ne yapalım, istediğimiz halıyı alacak paramız yoktu.Sigarasını yaprak biçimi gümüş tablada söndürdü.Karım kızacak.Bu tablalar neden duruyor öyleyse.Bilinmez.Kaya'nın ayrı bir çalışma odası var.Orada ne çalışıyor ?Bilinmez.Ben ne çalışıyorum?Mektubu oluyorsun ya!Öyle ya.Selim'in yazdığı satırlara eğildi yeniden...

19 Temmuz 2007 Perşembe

Nazlı masal kuşlarıdır;ürkütmeyeceksin....

"Şükrü efendi! Bana bir çay getir ‘Evet ne istiyorsunuz?’ Şimdiye kadar söylediklerin dinlenmedi çünkü çay içmemi beklemedin; bu nedenle, yeni baştan anlatman gerekiyor, demek istiyor. Ne kadar özlü konuşuyor değil mi? Ayrıca, öksürmemin bir yararı dokunmadı: beni genç gördü. İlk sözlerle baştan savmak istiyor. Sanıyor ki ilk sözü bana söyletmekle, ‘Evrakın sizde olduğunu bana söylediler’ gibi yanlış bir cümleyle başlayacağım ve beni en aşağı iki oda kadar öteye savuracak. Belirsiz başlangıçlardan yararlanmak istiyor. Bu kanlı savaş dışarıdan hiç belli olmuyor değil mi? İşte al sana kesinlik: yazının tarih ve numarası. Yalnız bu başarıyla sarhoş olmamalısın. Evrakın ona havale edildiğini hemen söylemeyeceksin. Yazı işlerine gittim zimmetle size gönderdiler diyerek, ilk dakikada onu bunaltmaya gelmez. Kendisini çok çaresiz görürse ümitsiz hareketler yapabilir. Meselâ, ‘Bir dakika!’ der, çıkar odadan: bir daha koydunsa bul. Nazlı masal kuşlarıdır ürkütmeyeceksin. Belki de biraz daha beklemeliydim. Ne dersin?"*

Durbakalımhele....

Babamla öğretmenim arasındaki tartışmalar,kültürle olan ilk temasımın zevkli hatıralarıdır.Benim aracılığımla yapılan ve tartışmacıların pek farkına varmadıkları bu konuşmalar benim için sinsi bir keyifti.İlk gün koşa koşa eve gelmiş ve hemen babama yetiştirmiştim:
'Baba,sen yanlış biliyormuşsun.öğretmenimiz söyledi:biz mektebe değil okula gidiyormuşuz'.

'Babam,okuduğu gazeteden başını kaldırdı,yorgun ve ilgisiz nazarlarla baktı yüzüme: 'Dur bakalım hele' dedi.Babamın ,sonradan daha iyi farkettiğim karakterinin eşsiz bir özetiydi bu cümle: 'Dur bakalım hele'.Hem kendi durur,hem de herkesi durdururdu bu cümleyle.Benim hızımı,annemin hırçın ve telaşlı atılmalarını hep bu amansız cümlesiyle keserdi: 'Dur bakalım hele'.Dünya tefekkür tarihine 'durbakalımhelecilik' geçmezse,babama yapılmış en büyük haksızlık olacaktır bu.Ben de belki biraz bu felsefenin tesiriyle böyle olmuşumdur

Babama Mektup Oğuz Atay


Sevgili babacığım,
Belki hatırlamazsın ama bugün sen öleli tam iki yıl oluyor. Ne yazık ki bu süre içinde ben daha iyi ve akıllı olamadım; bu fırsatı da kullanamadım. Oysa yıllar önce, bazı zamanlar, sen olmasaydın bir çok şey yapabileceğimi düşünürdüm. Şimdi artık suçun kendimde olduğunu görmek zorundayım.
Sana bazı şeyleri anlatamadım. Bir iki yıl daha yaşasaydın ya da dünyaya dönseydin – kısa bir süre için- her şey başka türlü olurdu sanki. Çaresizlik yüzünden bir çok şeyin anlamı kayboluyor. Sen olmadıktan sonra sana yazılan mektup ne işe yarar? Fakat ben artık bir meslek adamı oldum babacığım. Yakın çevremde seninle ilgili bir hatıramı anlattığım zaman, “Ne güzel” diyorlar, “Bunu bir yerde kullansana.” Onun için, çok özür dilerim babacığım, seni de bir yerde, mesela bu mektupta kullanmak zorundayım. Geçen zaman ancak böyle değerleniyormuş; insanın geçmiş yaşantısı ancak böylece anlam kazanıyormuş. Ben, seninle ilgili olayları anlatırken aslında senin nasıl bir insan olduğunu belli etmemeye çalışıyorum; aklımca asıl babamı kendime saklıyorum. Sonra da seni anlamadıkları zaman onlara kızıyorum. Bana kızınca –bu çok sık olurdu- “Senin aynadan gördüğünü ben ‘dıvardan’ görürüm,” derdin. Annemle birlikte ‘dıvar’ sözünle alay ederdik. Ben de şimdi küçüklerime karşı –artık benden küçük olanlar da var babacığım- bu cümleni kullanıyorum, gülüyorlar. Bu sözü kullanırken aslında amacımın ne olduğunu sezmiyorlar tabii. Seni gülünç duruma düşürmek istediğimi sanıyorlar. Herhalde, ben tam belirtemiyorum ne demek istediğimi. Gülümsemenin içindeki sevgiyi demek ki anlatamıyorum. Şimdiki gençler başka türlü babacığım; her sözden tek anlam çıkarıyorlar. Ben de o zaman çileden çıkıyorum gerçekten: asıl amacımı unutup seni onlara beğendirmeğe çalışıyorum. Aslında bu çabanın anlamsızlığını sezmiyor değilim. Ülkenin en zengin adamı senin paltonu tutarken ya da, “Rica ederim Cemil Bey, müsaade buyurun.” Diyerek ‘bizzat kendisi paltoyu giydirmekte ısrar ederken’ senin gibi hissedemedikten sonra, insan o paltonun içinde kendisi varmış gibi gururlanmadıktan sonra, seni beğenmeleri hatta anlamaları neye yarar? Ya da meclise ilk girdiğin sıralarda, başkandan birkaç gün için izin istemeye gittiğin zaman, “Cemil Bey siz galiba yenisiniz.” Diyen başkanın karşısında senin gibi utanmadıktan sonra insanın böyle küçük ayrıntıları öğrenmesinin ne anlamı var? “İstediğiniz zaman izin yapabilirsiniz Cemil Bey, bana gelmenize lüzum yok,” sözünü duyunca kim senin gibi ferahlayabilir?
Bunlar bildiğin şeyler babacığım; sana biraz da bilmediklerini anlatayım: mesela, cenaze törenin nasıl oldu? Cenaze namazın nasıl kılındı? Genellikle bir aksilik olmadı babacığım. Ben ağladım. Okulda o günlerde ‘hatırı sayılır’ bir durumda olduğum için oradan bir otobüsle bir miktar öğretim üyesi ve bir çelenk gönderildi. Hayatın boyunca hiç görmediğin bazı kimseler ellerini önlerine kavuşturarak ve başlarını eğerek ölümün anlaşılmaz gerçeği üzerinde düşünüyormuş gibi yaptılar mezarının başında. Tabut çukura konulduktan sonra üstüne büyük beton bloklar yerleştirildi. (Bu teknik geleneği sevmiyorum babacığım; aşılmaz engellere karşıyım.) Seni, annemin yattığı mezarlığa gömmedik. Bazı yakınlarım öyle uygun gördüler. İnsanlar arasında, onlar öldükten sonra bile anlaşmazlıkların sürüp gitmesini istiyorlar. Benim üzüntümden yararlanarak seni mezarda annemden ayıran yakınım, aslında öteki dünyaya filan hiç inanmaz. Oysa bana, “Annen böyle isterdi,” dedi. Sen bu adamı sevmezdin ve nedense ona yakınlık gösterdin. Buy nedenle hiç hakkı olmadığı halde sana ‘babacığım’ derdi. Artık ben akraba olmayanların birbirlerine ‘anneciğim, teyzeciğim, oğlum, kardeşim’ diye seslenmelerine bütünüyle karşıyım babacığım. Artık gerçek bir akrabam kalmadığı için, bütün bu soğukluklara karşıyım. Herkes birbirine adıyla hitap etsin. Mantığı seven bir insan olarak senin de bu düşünceye karşı pek bir diyeceğin yoktur sanıyorum.
Sen öldüğünden beri gittikçe daha ‘muhafazakar’ oluyorum babacığım. Mesela, Allah kimseyi genç yaşta anasız, babasız bırakmasın filan diyorum. Sana oranla daha ‘münevver bir zat’ sayıldığım ya da kendimi öyle sandığım için, bu yargıya bir ‘filan’ sözünü eklemeyi de ihmal etmiyorum. Aramızda ‘irfan’ bakımından –görünüşte- bir fark olduğu doğrudur. Sen böyle görünüm inceliklerini akıl edemeyecek kadar saf olduğun, yani benim gibi ‘zıt kuvvetlerin muhasalası’ olmadığın için belki de bu yazdıklarımı biraz karışık buluyorsun. Aslında karışıklık içimdedir ve bu mektubu yazma isteğim, karışık ruhumun kapıldığı samimiyet buhranlarından biridir. Bu buhran, genellikle senin ölümünden sonra içimde daha kuvvetle hissettiğim Cemil Beyi yaşatma çabasıyla ilgilidir. İçimde benden ayrı olduğunu sandığım bir de Cemil Beyin bulunmasına sen ‘tezyid-i şahsiyet’ mi yoksa ‘taksim-i şahsiyet’ mi dersin pek bilemiyorum.
Benzer taraflarımız olduğu bir gerçektir. Sen üstüne başına dikkat etmezdin; bense ne kendime bakıyorum nede arabama. Uzun yıllarını geçirdiğin büyük şehrin sokaklarında ikimiz de kir içinde dolaşıp duruyoruz. (Annem duymasın.) Bazen arabayı bir ara sokakta durdurarak küçük ve karanlık meyhanenin birine giriyorum. Senin deyiminle ‘tedrici intihar’. Bununla birlikte, bazı yazı denemeleri –bu mektup gibi- yaptığım için, arkadaşlar arasında –bu içki ve perişanlık gibi bütün tutarsızlıklarıma rağmen- oldukça ilgiyle karşılandığım söylenebilir. Sağ olsaydın yazdıklarımdan bir satır anlamamakla birlikte gene de benimle öğünürdün sanıyorum. Galiba biz, babacığım, birbirimizi hep böyle anlamadan sevdik. Aslında yazdıklarım senin deyiminle ‘uydurma’ şeylerdi; annemin seyrederken ağladığı filmler ya da okurken duygulandığı romanlar gibi ‘hepsi uydurma’. Sana yazdığım bu satırların da bir kısmı ‘uydurma’ olabilir; sana açıklamakta zorluk çekeceğim bazı nedenlerle senin anladığın biçimde bir gerçeklikten uzaklaşmak zorundayım. Ayrıca gerçek ya da uydurma olan bu satırları benim hissettiğim şekilde anladığından da şüphedeyim, hatta anlayıp anlamadığını da bilemiyorum.
İşte böyle babacığım, bazen de gerçeklik buhranlarına kapılıyorum. Bu yüzden sana gerçeklerden, senin de karşı çıkmayacağın gerçeklerden söz etmek istiyorum. Bugünlerde özellikle ansiklopedik gerçeklerin çok tutulması ve ilgi duyduğum, sevdiğim kimselerin gittikçe unutulması yüzünden, baştan aşağı gerçeklerle dolu ve birçoklarına göre önemsiz sayılacak hayat hikayelerinden meydana gelen bir ansiklopedi yazmak istiyorum. Buna benzer denemelerim oldu. Ama onlarda senin deyiminle gerçekten ‘uydurma’ şeylerdi. Bu nedenle babacığım, herkese açıkça ilan ediyorum: 1892 de doğdun. Ülkemizin ortalama ömür sınırını çok aştın. Duyduğuma göre İsveç ortalamasını filan bulmuşsun. Köyde, kasabada, taşrada yetiştin. Olgunluk çağı denen döneminde, ülkeyi yönetenler daha kalabalıkmış gibi görünsün diye, taşradan getirilerek onların arasında yer aldın. ‘Fırka katib-i umumiyesi’nin ya da daha başka ‘ekabir’in gözüne girmek için kürsülerde bağırmak gibi bir münasebetsizliği beceremediğinden, bugün benim özel ansiklopedimin dışında yer alacağını hiç sanmıyorum. Sessiz faziletlerin heykeli dikilmiyor ya da onun gibi bir şey. Büyük şehirde, ülkeyi yönetenlerin toplandığı salonda neden bulunduğunu hiç düşünmedin. Ayrıca insanın evrendeki yeri konusunda da düşüncelere daldığını sanmıyorum. Fakat –bu söylediğim gerçekten gerçek babacığım- ben bütün bunları düşündüğüm halde yerimi bulamadım. Beni daha iyi yetiştirseydin, mesela ne bileyim yabancı ülkelere filan gönderseydin, bugünkünden daha esaslı olmasam da, kendimi ifade ve eşya ile münasebetimi tayin ve kainattaki yerimi tespit gibi hususlarda daha becerikli olurdum. Sen her zaman tutarlıydın; olduğun gibi olmaktan gurur duyuyordun; olduğun gibi davranıyordun. Bense küçük hırslar yüzünden bocalıyorum; senin deyiminle ‘iki cami arasında beynamaz’ ya da senden önce senin gibi rahmetli, olan Numan Beyin deyimiyle ‘güreş, güreş, Hacı Muhammed altta’ bir durumdayım. ‘Tedrici inhitat’ oluyorum senin anlayacağın. Görüyorsun senin hayat hikayeni bahane ederek gene kendimden bahsediyorum. Senin asaletini tevarüs etmediğim için her fırsatta kendimi ileri sürmek gibi bir zillete tenezzül ediyorum. Neyse, sana dönelim babacığım. Hiçbir savaşa katılmadın ve kelimenin bilinen anlamıyla hiçbir kahramanlık göstermedin. Bu nedenle madalya filan gibi manevi ödüllerden yararlanmadığın gibi han-hamam-çiftlik gibi maddi ödüllerin üstüne de oturmadın. Siyasetin içinde yaşadığın halde siyaseti bilmediğin için barış döneminde de başarılı olamadın. Bu bakımdan sana yöneltebileceğim en kuvvetli tenkit şudur; kendini sunmasını hiç beceremedin babacığım. Hemşerilerinin büyük şehirde kaldıkları hanları ziyaret ederek onlara kartvizitlerini dağıtmadın, dairelerde seçmenlerinin işlerini takip etmedin. Bütün yaptığın, seçim bölgene gittiğin zaman eğer ramazansa sokakta sigara içmemekten ibaret kalmıştır. Kendini çok beğendiğin halde kusurlarını bilmediğin gibi, meziyetlerinin de farkına varmadın. Genellikle sert, duygusuz ve bencil göründün. Bu özelliklerinde huysuz bir çocuğa benziyordun. Çocuk diyorum, çünkü kötü huylarından bir ‘menfaat temini cihetine’ gitmedin. Bana sorarsan, hemen bütün konularda çocukça yani samimi fikirler ileri sürdün; bununla birlikte bu davranışlarının ev içinde ‘menfi neticeler tevlid ettiği’ oldu. Ben bu sonuçlardan çok yakındım ve ‘asi evlad durumuna müncer oldum’. Birlikte yaşadığımız günlerde, bütün beğenilerim sana karşı duyduğum tepkilerle oluştu. Sen klasik Türk müziğini ‘goygoyculuk’ olarak niteledin; batı müziğine tepkini de sadece, ‘kapat şunu’ biçiminde gösterdiğin için ben, her ikisini de sevmeyi görev saydım kendime. Kültür hakkında öteki yargıları da pek iç açıcı değildi. Özetle, çevrendeki her şeyi kesin çizgilerle ikiye ayırdın. (Bu bakımdan da sana benzediğimi itiraf etmeliyim.) Dünyada yalnız güzellerle çirkinler vardı, bir insan ya akıllıydı ya da aptal, senin gibi başını dik tutmasını bilemeyen bütün insanlar dalkavuktu; sana benzemeyen kibar davranışlı insanları da züppelikle suçlardın. Biz –annemle ben- sana itiraz ederdik; fakat ben farkına varmadan senin orta yola fırsat vermeyen bu acımasız sınıflamalarını benimsemişim babacığım. Üstelik –en kötüsü de bu galiba benim için- böyle olduğumdan gizlice memnunluk duyar gibiyim ki, işte asıl buna dayanamıyorum; çünkü ben babacığım, biraz da duygularımın ‘romantik’ bölümünü, sen kızacaksın ama, annemden tevarüs ettim. Özellikle bazı kitapları okuduktan sonra, içimdeki bu aşağılık çelişkilerin daha da farkına vararak, senin hiç anlamayacağın bir biçimde sabit gözlerle boşluğa bakıp duruyorum. Senin işin bir bakıma kolaydı babacığım. Birçok şeyi yok sayarak belirli bir düzen içinde yaşadın. Sinemaya gitmedin. Hiç roman okumadın. Zeytinyağlı enginar yemedin. Yabancı ülke özlemi çekmedin. Kimseye hediye almadın. Evde kuşkonmazdan başka bitki yetiştirmedin. Yalnız halk türkülerini sevdin. Basit beğenilerinin yanında beni şaşırtan duyarlıkların vardı. Bir örnek vermek gerekirse
"Çalkan Karadeniz çalkan
Gemiler açıyor yelken"gibi beni çok duygulandıran bir masal türküsünün yanısıra"Yekte yavrum yektePastırmalar yükte"türküsünü de aynı keyifle söyledin ve dinledin. Ben sonradan edindiğim bir duyarlıkla, ikincisini sanki alaya alıyormuşum gibi değerlendirerek işin içinden çıkmayı denedim: şu ‘filan’ sözünü, basit duygululuklarımı gizlemek için kullandığım gibi filan.
 Şimdi artık öldün babacığım. Sınırlarını kesin olarak belirlediğin bir dünyada, bana sorarsan, belirsiz bir biçimde yaşadın ve öldün. Seni artık değiştirmek mümkün değil babacığım; bu nedenle kendimi de değiştirmenin mümkün olacağını sanmıyorum. Sabit nazarlarla boşluğa baktığım zamanların çoğunda temeldeki benzerliğimizi gizlemek için ümitsiz süslemelerle kendimi yoruyormuşum gibi geliyor bana. senin anlayacağın babacığım, züppe olarak nitelediğin insanların, iç sahteliklerini örtmek amacıyla giriştikleri kibarlık çalışmaları içindeyim sanki. Senin gibi tutarlı olmadığım için çoğu zaman kuşkulara kapılıyorum ve ütüsüz pantolonlarla lekeli gömleklere kısa bir süre için son veriyorum.
Bugün, genellikle seni benden başka hatırlayan yok babacığım. Öldüğün için durumu bilmiyorsun; ama, sana açıkça belirtmek zorundayım ki, çevrendeki kuru kalabalığın büyük bir kısmı daha şimdiden tarihe geçmiş vaziyette babacığım. Okuma kitaplarında senin gibilerin davranışları örnek gösterilmekle birlikte onların adları ve ikimizin de çok iyi bildiği küçük ve karanlık yaşantıları yer alıyor. Sen artık öldüğün için senin adına uydurma nutuklar, düzme makaleler, hayal ürünü tartışmalar icat etmek ve seni onların çok üstünde dalgalandırmak istiyorum. Çünkü hepinizi tanıyan –gerçekten tanıyan- on kişiden dokuzunun, bir seçim yapmak gerekirse, oylarını sana vereceğini ismim gibi biliyorum. Göreceksin babacığım, şu tek başıma yazacağım ansiklopediye bir başlayabilsem her şey düzelecek. Kimsenin doğru dürüst bir şey bilmediği bu ülkede şundan bundan –yani yabancı yazarlardan- makaslama metoduyla birkaç eser veremez miydin yani? Tercümeleri ben yapardım. Annem de sana okurdu. (Hiç olmazsa şunu kabul etmelisin ki babacığım, çoğu zaman sadece annemin okuduklarını anlardın. Senin dilini, görünüşteki bütün karşıtlığınıza rağmen, galiba sadece annem bilirdi.)
Aramızda hiçbir zaman, alışılmış baba-oğul ilişkisi olmadı. Ne ben, bütün meraklı çocuklar gibi durmadan her şeyi sana sordum; ne de sen oturup bazı şeyleri bana açıklamak gereğini duydun. Bu yüzden, bir çok olayın nedenini zamanında öğrenemediğim için, dünyanın birçok yönünü hiç bilemedim. Bazı olayların nedenini de çok sonraları öğrenebildim. Mesela yemekten kalkınca herkesten önce ellerini yıkamak isterdin; banyoda, “Ben sigara içeceğim,” diyerek beni iterdin. Ben de senin gibi sigara içmeye başlayıncaya kadar, bu davranışın bana hep esrarlı göründü. Sonra karşılıklı sigara içmeye başladık. Sonra günün birinde karşısında, ‘bacak bacak üstüne atıp sigara içen’ oğlunu azarladın. Davranışlarında genellikle hep böyle geç kalırdın. Karımdan ayrılıp sana sığındığım zaman da, “Geceleri eve geç geliyorsun,” gibi, yıllarca önce söylenmiş olması gereken sözlerle beni tedirgin ederdin. Oysa babacığım ben evlenmiştim, ayrılmıştım, çocuğum bile vardı; yani bir bakıma senin durumundaydım. Sen de yıllarca önce bazı işlerini bahane ederek büyük şehire gidip bizi günlerce yalnız bırakmaz mıydın? Ben de işte öyle olmuştum babacığım: ‘İstediğim gibi yaşamak’ diyebileceğimiz bir işim çıktığı için evden, kendi evimden ayrılmıştım.
Ben sonra eve döneceğim babacığım. Bazı durumlarda sana oranla biraz aşırı davrandım. Belki de kendime bu dünyada bir yer yapabilmek için, birçok düşüncemi ‘kuvveden fiile’ çıkarmaya çalışıyorum. Aslında sen böyle bir şeyi hiç düşünmedin; bununla birlikte, yeryüzünde senin kadar yer yaptığım da söylenemez. Bu yüzden sinirli, sabırsız ve hırçın oldum. Biliyorsun, seninle de çok çatışırdım, kapıları filan vurup giderdim. Bana hep haksızlık yaptığın duygusu vardı içimde: bence her zaman bana haksız yere söylenirdin; çalışkan bir öğrenci olduğum halde “Bu çocuk kitap yüzü açmıyor,” diye homurdanırdın, üstüme uymayan kötü dikilmiş elbiseler giydirirdin, istemediğim okullara gönderirdin beni, sızlanmalarımı da hiç dinlemezdin. Bugün, belki de sen artık öldüğün için, bana bir zamanlar haksızlık ettiğini düşünemiyorsam da, bana haksızlık edildiği düşüncesi içimde öylesine gelişti ki artık bütün dünyayı suçluyorum bu bakımdan,. Bu bakımdan da istemediğim bir yerlere vardım, artık bütün dünyanın suratına çarpıp duruyorum kapıları.
Senin ‘egoist’ olduğunu söylerlerdi; benim için de şimdi buna benzer sözler ediyorlar. Annem öldükten sonra bir süre sen de yalnız kalmıştın ya, bu yüzden yalnızlığı bilirsin sanıyorum. Ben de yalnızlığımda sana benzedim babacığım: kendime yemekler pişiriyorum; senin kirli ropdöşambrına benzeyen bir şeyler giyip, bir karış sakalla evin içinde huzursuz dolaşıp duruyorum, yanık kalmış elektrikleri söndürüyorum, durmadan para hesabı yapıyorum, kendimi biraz iyi hissettiğim günlerde çarşı Pazar dolaşarak her malın iyisini almaya çalışıyorum. Gittikçe sana benziyorum babacığım: kimseleri beğenmez oldum. Aynaya pek bakmıyorum ama sevmediğim şeylerden söz ettikleri zaman suratımı senin gibi buruşturduğumu hissediyorum. Birilerine oturmaya gittiğim zaman yemeğe kalmam için ısrar edilmeyince senin gibi, belki de senden çok şiddetli bir biçimde içerliyorum herkese; yalnız, senin yaptığın gibi, kötü yemekleri açıkça beğenmezlik edemiyorum. İstiyorum ki babacığım artık herkes öğrensin hiçbir şeyi beğenmediğimi. Senin başına gelenleri düşündükçe hiçbir duygunun içimde kalmasına, hiçbir öfkenin sadece içimde büyümesine razı olamıyorum artık. Senin gibi ben de artık aklıma geleni hemen herkesin yüzüne haykırıyorum. Eski pısırık oğlunun bu durumunu görseydin gurur duyardın diyemiyorum; çünkü, sözlerime ‘muhatap’ olanların tepkisine bakılırsa pek övünülecek durumda değilim galiba babacığım. Genellikle belirsiz bir isyan halindeyim. Derler ki sen de çocukluğunda eve dönünce anneni bulamazsan hemen sokağa fırlar ve onun misafirliğe gittiği evin camını taşlarmışsın. Ben senin gibi köyde değil şehirde, evde değil apartmanda büyüdüğüm için, çocukluğumu bir bakıma yaşayamadığım için, bu konuda biraz gecikmiş de olsam yalnız bırakıldığımı hissettiğim zaman kendi çapımda mesele çıkarıyorum, herkesin burnundan getirdiğimi sanıyorum.
Oysa şimdi seni düşündüğüm zaman babacığım, durmadan gülümsüyorum. Seni sen olarak yaşamak istiyorum. İstiyorum ki evde annem gibi biri olsun ve ben de mutfağa giderek. “Burada gene bir şeyler kaynıyor Muazzez,” diye içeri seslenebileyim ve bana “Kaynadığını görüyorsan altını kıs Cemil Bey,” denilsin ve ben de hiçbir şey yapmadan mutfaktan çıkayım. Belki de nasıl bir insan olduğunu bugün bile bilmiyorum; daha doğrusu bugün, senin bilmediğin bazı şeylerin varlığından haberim olduğu için, bu bakımlardan nasıl bir insan olduğunu merak ediyorum. Acaba senin de bilinç altın var mıydı babacığım? Bana öyle geliyor ki sizin zamanınızda böyle şeyler icad edilmemişti. Sanki Osmanlıların böyle huyları yoktu gibi geliyor bana. senin fesli ve redingotlu resimlerini gözümün önüne getiriyorum da, bu görüntüyle ‘varoluşçu bir bunalımı’ yanyana düşünemiyorum doğrusu. Aslında bizler de bir özenti içindeyiz; ama ne de olsa bu kurt içimize düştü bir kere babacığım; bazı meseleleri bu yüzden büyütüyoruz. Acaba bütün bunları sana şimdi anlatsaydım nasıl karşılardın, yazdıklarımı okusaydın ne düşünürdün? Hepsini ‘deli saçması’ mı bulurdun? Sizin zamanınızda herhalde böyle zorluklar yoktu babacığım; yemek ve bilmece çözmek ve benim zorumla radyo radyodan dinlediğin alafranga müzik ve sineklerin camı kirletmesi ve gazetede sağlıkla ilgili makale hakkındaki düşüncelerin ve aylık bütçe hesapların ve yarın pişirilecek aşureye neler katılması gerektiği ve benzeri ve ilgisiz bütün düşüncelerinin ‘bilinç akımı’ denilen karmaşık bir düzende yer aldığını bilseydin sanırım yemekten sonra o yüksek koltuğunda rahatça uyuklayamazdın. Maddenin temel yapısında düzelmesi mümkün olmayan bozuklukların başladığını ya da bazı tabiat kanunlarının artık eskisi gibi aynen tekrarlanmadığını duysaydın acaba endişelenir miydin? Aslında ‘ruhiyat’la ilgili yenilikleri ben bile doğru dürüst bilemiyorum babacığım. (Mesela, egoist olduğun halde, sen de ‘ego’nun farkında değildin.) bir yerde okumuş olsaydın da bana “Oğlum sende Oedipus kompleksi var mı?” diye sorsaydın ne karşılık vereceğimi bilemezdim sanıyorum. Hani ben sana kızınca ya da belirsiz nedenlerle içimde tanımlayamadığım sıkıntılar duyunca gidip sabahlara kadar içerdim ya, şimdi öyle yapmıyorlar babacığım. Bu senin duymadığın bilinçaltıyla ilgili doktorlara gidiyorlar. Bense aslında sana benziyorum babacığım; artık içki de iyi gelmediği için böyle durumlarda koltuklara baykuş gibi tünüyorum.
Demek ki senin köylü tabiatın bana miras kalmış babacığım: medeniyeti sevmiyorum. Bugünlere yetişebilseydin, sen de benim gibi televizyondan nefret ederdin sanıyorum. Ben, senin çıktığın köye dönmek istiyorum; yani, sonradan görme deniz özlemcileri gibi kıyıda balıkçılarla filan sohbet etmek istemiyorum. Balığa çıkmak bize göre değil babacığım. Ben senin uçsuz bucaksız tarlalar arasındaki küçük köyüne yakın bir yerde (çevrede belki de bir iki ağaç olabilir) ahşap kirişli kerpiç bir evde yaşamak istiyorum. Evin resmini de tanıdık yaşlı bir mimara çizdirdim. (Gençlere güvenim artık kalmadı babacığım.) Sana anlatması biraz zor ama, oraya gidişim bana haksızlık eden dünyaya karşı bir baş kaldırma hareketi olacak diyebilirim; yani ben orada bulunmakla onlara, “İşte bütün ‘terakkinizi’ gördüm ve ‘aslıma rücu ediyorum’ (yani Cemil Beye dönüyorum”, diyeceğim ve onlar da bunu anlamayacak. Sen bunu Ziya Paşanın ya da Mehmet Akif’in tepkilerine benzetebilirsin. Annem duysaydı çok ağlardı. Sen nasıl karşılardın bilmiyorum, herhalde bunu da sana karşı bir hareketim olarak ‘tavsif’ etmezdin. Gene de, beni bu duruma kitapların getirdiğini söylerdin. Lukianos’u okuduğum zaman da bir gün kitabı karıştırmış ve içinde tanrılarla alay eden bölümü görünce, “Bu oğlan onun için Allaha inanmıyor, bana karşı geliyor,” diye pek gerçekçi sayamadığım bir yorumda bulunmuştun. Sen de Allaha –bunu hiçbir zaman kabul etmediğin halde son yıllarında inanmıştın babacığım. Son yıllarında Cuma günleri ortadan kaybolup camiye gitmeğe başlamıştın. Acaba daha önce, mesela gençliğinde, buna benzer bir ‘iman buhranı’ geçirmiş miydin? Neyse, son yıllarında böyle bir değişikliğe uğradığını da kabul etmedin. Her zaman ‘namazında niyazında’ olduğunu ileri sürerek beni çileden çıkardın. Benim bu dağa çekilme meselesini de belki eski inançsız yaşantıma bir tepki olarak ‘telakki ettiğim’ için, senin çocukluğuna sığınıyorum babacığım. Hareketimin, annemde beğenmediğin biçimde bir duyarlık ilgisi yok. Yani artık haddimi biliyorum, önünde ‘hayat’ denilen bir taşlık bulunan dağ evimde senin dönemince bilinmeyen ruhsal karışıklıklarımı yaşıyorum, kuyudan su çekiyorum ve eşeğime yüklediğim dallarla ocağımı yakıyorum. Buna ‘şimdilerde’ kaçış diyorlar babacığım; bir takım toplum sorunlarını çözemeyeceklerini hisseden burjuva, yani senin anlayacağın şehirde yaşayan ve üstelik şehirdeki günlük yaşantının geleneklerini benimseyen aydınlar böyle yapıyormuş. Sen böyle söyleyenlere bakma babacığım. Oğlunu onlardan öğrenecek değilsin ya. Sen de aslında annem gibi benim hiçbir zaman kötü bir şey yapmayacağıma inanırsın değil mi? Hani bir zamanlar bazı kitaplar okuyordum da eve bazı asık suratlı adamları çağırıp onlarla bağırarak tartışıyordum; o zamanlar annem, başıma bir şeyler geleceğinden endişelenmekle birlikte, gene de bu konuda kendisini uyaran ahbaplarına karşı beni savunuyordu. Şimdi beni savunan kalmadı babacığım; çünkü ikiniz de öldünüz. İşte ben de yalnızsam, yalnızlığımı bilmek için çoğu zaman –sabit nazarlarla boşluğa baktığım zaman- bu kerpiç evi gittikçe daha ciddi bir biçimde düşünüyorum. Ben bu asık suratlı aydınlara hiç benzemiyorum babacığım; onlara karşıyım ve senin içtenliğinden yanayım. Bazı kitaplar yüzünden kafam biraz karışmışsa da bugün bile senin içtenliğini taşıdığımı ümit ediyorum. Gene de sonunda sana bütünüyle benzemekten korkuyorum babacığım: yani ben de sonunda senin gibi ölecek miyim?
Mektubuma burada son verirken hürmetle ellerinden öperim.
Oğlun

18 Temmuz 2007 Çarşamba

Yaşamın Ucuna Yolculuk

“Sizin düzeninizle, akıl anlayışınızla, namus anlayışınızla hiç bağdaşan yönüm yok. Aranızda dolaşmak için giyiniyorum. Hem de iyi giyiniyorum. İyi giyinene iyi yer verdiğiniz için. İçgüdülerimi hiçbir işte uygulamama izin vermediğiniz için. Hiçbir çaba harcamadan bunları yapabiliyorum, bir şey yapıldı sanıyorsunuz. Yaşamım boyunca içimi kemirttiniz. Evlerinizle. Okullarınızla. İş yerlerinizle. Özel ya da resmi kuruluşlarınızla içimi kemirttiniz. Ölmek istedim, dirilttiniz. Yazı yazmak istedim, aç kalırsın, dediniz. Aç kalmayı denedim, serum verdiniz. Delirdim, kafama elektrik verdiniz. Hiç aile olmayacak insanla bir araya geldim, gene aile olduk. Ben bütün bunların dışındayım. Şimdi tek konuğu olduğum bu otelden ayrılırken, hangi otobüs ya da tren istasyonuna, hangi havaalanına ya da hangi limana doğru gideceğimi bilmediğim bu sabahta, iyi, başarılı, düzenli bir insandan başka her şey olduğumu duyuyorum.”

Tehlikeli oyunlar manyakları

Hikmet: (Hüsamettin Bey’e döner)
Benim oyunlar da ancak ‘Ölüm’ sonunda biraz ilgi uyandırabiliyor seyircilerde albayım''

5 Temmuz 2007 Perşembe

Acıma Bankası kuruyorum.....

... Sen onlari bilmezsin cok dayanıksızdır onlar kimler Selim tutunamayanlar size de soyledi mi elbette neden söylemesin bilemezsin Günseli derdi yasamak her gün girilen bir imtihan olursa buna kimse dayanamaz basını oksardım zavallı sevgilim derdim üzülme üzülürdü Acıma Bankası kuruyorum derdi her istiraba bir kura numarası tutunamayanlara öncelik tanınır üzülme Selim biraz dinlen buna hak kazandın oldugu yerde yatamazdı dönerdi kımıldanırdı yatısmaz yasatmazdı yasamazdı ben seni sevdim seveli bak ne hal oldum uzanmıs yatıyorum dinlen biraz Selim kalkardi ellerime sarılır beni bir gün unutacaksan bir gun bırakıp gideceksen bosuna yorma derdi bos yere magaramdan cikarma beni aliskanliklarimi ozellikle yalnızlıga alıskanlıgımı kaybettirme bosuna tedirgin etme beni, bu sefer geride bir sey bırakmadim tasımı taragımı topladım geldim neyim var neyim yoksa ortaya döktüm beni bırakırsan sudan cikmis balıga dönerim bir kere cavuş olduktan sonra bir daha amelelik yapamayan köylüye dönerim beni uyandırma

Kabulümü rica ediyorum.....

...Kabulümü rica ediyorum sayın yargıçlar. Hüsnü Beyin oğlu ve mühendislikten emekli Turgut Özben'in kabulünü rica ediyorum. Yetersizliğimin kabulunu rica ediyorum. Beni anlamanızı, bana aranızda yer vermenizi rica ediyorum. Geriye dönemeyecegim bir yola cıkmıs bulunuyorum. Bu yolda ki arastırmalarımın değerlendirilmesini rica ediyorum. Aranızda ve huzurunuzda bulunmaktan kıvanc duyuyorum. Sizlerin de bana cok ihtiyacınız oldugunu sanıyorum. Bu seckin kalabalık, sesini duyurmak icin coktandır bir temsilci beklemektedir. Bu göreve istekli bulunuyorum. Selim'in ölümüyle hissedilen bosluk gün gectikce büyümektedir. Dünya, yasanılır bir yer olmaktan cıkmıstır... Olric'e durmadan, baharı göreceğimizi söylüyorum. Sarayın soguk duvarları arasında gecirdigimiz günler sona erecek. Bu günlerin sonu gelecek: bunu hissediyorum Olric. Bütün gün durmadan hayatımı yazıyorum. Olayların dogru olanlarını hatırlıyorum artık. Yalan olayları yazmıyorum....'

Öyle demeyin doktor....


"Öyle demeyin doktor. Ben bugüne kadar hic bir ıstırabımı bilinç altına itmeyi başaramadım. Bu yüzden çok boş kaldı orası. ... Bu ülkede eksikliğini duyduğum insanın kendiyle hesaplaşma meselesini bizzat kendime uygulayarak bu meselenin ilk kurbanlarından oldum. Aslında meselenin ciddiyetine dayanamadıgım için oyunlarla durumu örtbas etmek istedim. Ortada bir Hikmet olsaydı belki bu hesaplaşmayı yürütebilirdim. Fakat sorarım size doktor. Hikmetlerden hangi biriyle hesaplaşacaktım. ? Üstelik ortada dolaşan Hİkmet de tek bir varlığın ürünü değildi''

Hayattan ayrılıyorum kendi isteğimle ayrılıyorum.

"elbette çok şey beklediğimi biliyorum her zaman da bekledim her yeni tanıştığım insandan tanışır tanışmaz neler bekledim o daha adımı öğrenmeden ben onunla ilgili hayaller kurdum ümit etmeye başladım hemen ve o insan yanımdan bir dakika bile ayrılınca ben öyle yerlere varmıştım ki hayalimde bu ayrılmayı bir ihanet saydım gücendim hayır benimle başa çıkılmaz beni bırak günseli herkes için öyle hayaller kurdum ki senin için de bir kurmaya başlarsam bak günseli düşün beni tanıdığın kadarıyla seviyorsun bir bilsen bilmediklerin yanında bildiklerin ne kadar az yer tutuyor belki ben öyle esaslı bir adamım ki her şeyimi bilsen aşkın da korkunç olacak ben dayanamayacağım bunların doğru olmadığını içimde bir yerde biliyorum belki tanıdıkça benden uzaklaşacaksın belki ben tanıdığın kadar bir şeyim geride bir şey yoktur ben de kurcalamak istemiyorum altından bir hiçlik bir yokluk çıkarsa sen belki dayanırsın buna fakat ben dayanamam yaşayamam müsaade edin bana hayattan ayrılıyorum kendi isteğimle ayrılıyorum"

4 Temmuz 2007 Çarşamba


Tarlada çalışan bir iki çocuk el salladı onlara.Onlar da mukabele ettiler.Artık her ilgiye karşılık gösterecelim Olric.Tarladaki çocukların elbette bildikleri var ki el salladılar.Bizimde bir bildiğimiz var ki el salladık.Onlara mukabele ettik.

İçimdeki düzenle ilgili huzursuzluğum...

Anlatamadığım birşey yüzünden kimseyi suçlayamam.İçimdeki düzenle ilgili huzursuzluğum dışımdaki düzenle ilgisi yok.

Bence suçlu bana görevleri verenlerdir.

Bence suçlu bana görevleri verendir.Altından kalkamayacağım bir yükle beni ezendir.Hiçbir zaman bu görevleri yapmaya gönüllü olmadım.Kimsenin istekli olmaması ve o sırada benden başkasının bulunmaması yüzünden kabul etmek zorunda kaldım.İnsanlar bu görevleri kabul etmemenin utancını yaşamasınlar diye( bu utancın çok korkunç bir duygu olduğunu tecrübelerimle biliyordum)onları bu acıdan kurtarmak istedim.Belki de bana verilmeyen bir görevi , aptalca bir heyecanla ortaya atılarak yüklenmek zorunda kaldım.Belki de bu görevi bana vermeyi akıllarından bile geçirmiyorlardı.Gerçek azizlerin önüne geçerek bu gülünç duruma kendi isteğimle düştüm; gülünç olmaktan bu kadar korktuğum halde .Şimdi çemberin içinden çıkamıyorum.Günün birinde başıma bir felaket gelirse, işte bu nedenle acımayacaklar bana.Başını zorla belaya soktuğu için hiçbir hafifletici sebep görülmedi diyecekler.Beni mahkum edecekler.Oysa ben bir zamanlar bütün dünyayı yargılamaya kalkmıştım.O zaman kudret bendeydi; zayıf ve kararsız gibi davrandım.Onlara sert davranmasını bilemedim.Bunun da cezasını çekeceğim ayrıca.Yargılanmış olmanın bütün acısı ve insafsızlığıyla yargılayacaklar beni .Onlar , onlar onlar dedim, Sen , sen, sen diyecekler.Benim gibi duygularına kapılmayacaklar.Soğukkanlı bir bilirkişi tavrıyla canıma okuyacaklar.Canıma okuyacaklar aziz İsa.Korkuyorum kaçmak istiyorum.Suçlu sandalyesine oturmak istemiyorum.

Bütün hayatımca cezalıydım....

Gerçek hürriyeti tanımadığım için cezadan korkuyorum.Bütün hayatımca cezalıydım; durmadan bir kafesin içinde dolaştım.Gittiğim her yere üstü kapalı , demir parmaklıklı bu kafesi taşıdım.Bütün dünyayı parmaklıkların arasından seyrettim.Sizinle aramızda bulunan bu demir parmaklıkların varlığını her an duydum.Sizleri istediğiniz biçimde önyargılardan uzak bir biçimde değerlendiremeyişimde bu parmaklıkların payı büyüktür.Bu parmaklıklar yüzünden dar görüşlü ve korkak bir hayvan gibi yaşadım.Hayvan diyosun ; altın yeleli bir arslan demek istemiyorsun herhalde.Hayır arslan demek istemiyorum.Ben yerimi bilirim.

İnsanlar arasında alışılmış yollar dışında bir anlaşma aracı bulunamaz mıydı?

İnsanlar arasında alışılmış yollar dışında bir anlaşma aracı bulunamaz mıydı? Bulunamazdı. O zaman daima kaybedeceklerdi.Hele beni bütünüyle kaybediyorlardı.Kitapları kötü kapaklar içinde acemice çizilmiş resimlerle dolu kağıt yığınları olarak kalmaya mahkumdu.Benden gerektiği gibi yararlanmasını bilmiyorlardı.Başka bir yol bulunabilseydi;beni konuşturmayı bilselerdi.
Neron da anlaşılmadan ölmüş.Başkalarına karşı insafsızmışım ya kendime .Başkalarına da en az kendime gösterdiğim saygıyı duymak...bunun için mi suçluyorsunuz beni?

Tabiatla da iyi geçinmesini bilemedim.Gene de anlayışla kabul eder beni belki.Galsworthy'nin hikayesindeki gibi , elma ağacının altına da gömmezler ki insanı.Rüzgarlı yeşil bir bayırın manzarasına karışamazki insan.Neresinden baksam uygunsuz bir görünüş.Eskiden belediye yokmuş herhalde.Herkese uygun bir köşe bulunuyormuş.Medeniyetin de bir yararını görmedim ayrıca.Tabiata dönemezsin, binaların boyunu aşan bir taş da diktiremezsin kendine.Zencilere yapıldığı gibi cenazende şarkı da söylemezler.Sıcak bir günde kara gözlükler takmış ,ceketini kollarına almış insanlar , beyaz gömlekli adamlar , başörtülü kadınlar.Hiç olmazsa gazoz içsinlerde bir serinlik kalsın içlerinde son günümden hatıra.Yalnız sıcağı ve tozu hatırlamasınlar.Hava da ne sıcak demesinler.Öğle namazında güneş yakmasın onları.İmamın kara cübbesini görünce bunalmasınlar.Evet gazoz içmelerine izin verilmeli.Bir de trafik sıkışıktı arabanın içinde piştik demesinler.Belediye elma ağacının altına gömülmeme engel olacağına asıl bunlara engel olsun.Yakalarını gevşetip mendilleriyle boyunlarını silmesinler.Soğuk bir günde ölürsem de kimse gelmeyecek.Bir kaç kişi bulunacak cenazede.Işık ailesinin kaderi ; gürültüye gelmek.Soğuktan kimse gözünü açamayacak;gözyaşları donup kalacak yanaklarında.Baharda ölmek istiyorum.

2 Temmuz 2007 Pazartesi

Ucuzluk bana da bulaşmadı mı?

Ölmüş , çürümüş, soluk, yarısı kaybolmuş hayalleri;kenarları sararmış , eksik ,kopuk, silik , dağılmış ,iplerle tutturulmuş hatıraları , dosyaların , rafların , hafızaların köşesinde kalmış yaşantıları bulup çıkarmalıyım: tozlarını silkelemeliyim.Daha düne kadar başka bir yaşantı sürdüren ben, ölümden kaçarken ölümün kucağına düşen ben , ucuz yaşantıları asıl kahramanı , ucuz şovalye romanlarının nesli tükenmiş son temsilcisi ben bunu nasıl yapacağım? Ucuz geçmişimi nasıl inkar edeceğim?Son yıllarda kurmuş olduğum Yumuşakçalar Krallığının nimetlerini nasıl terk edeceğim.Yas yakışır Turgut Özben'e diyerek gülünç karalar mı giyeceğim.?Oysa ne şenlikler yapıldı onun ölümünden sonra; ne ihanetler yaşandı.Günahlarımın ağırlığına dayanamıyorum Olric.Neden beni uyandırmadın ? Buna hakkım yoktu efendimiz .Öyle güzel gürlüyordunuz ki.Size kapılamamaya imkan yoktu.Çevrenizdeki tüm sahtelikleri öyle güzel aydınlatıyordunuz ki .Bir daha göremeyecekler sizin gibi bir devi efendimiz.Onların küçük yaşantılarının içinde bende küçülmedim mi Olric .Ucuzluk bana da bulaşmadı mı? Hayır efendimiz öyle içten yaşadınız ki .Bu kısa süren aydınlıktan yararlanamayacaklar ne yazık ki.Acıtmayan karanlıklara dönecekler .Onların hissetmedikleri acıları da siz içinizde taşıyacaksınız.Güzel bir rüyadan uyanmanın tatlı şaşkınlığını yaşayacaklar bir süre.Sonra unutacaklar.Unuttukları içinde unutulacaklardır.

1 Temmuz 2007 Pazar

Uzak

Bu anıyı anlatmak isterdim.
ama nasıl solgun
hiç bir şey kalmamış gibi
çünkü uzaklarda gömülü,
ilk gençliğim yıllarında
Yaseminden gerilmiş bir ten
o Ağustos gecesi? Ağustos muydu? - o gece...
Yalnız gözleri hatırımda hayal meyal;
gözleri, sanırım maviydi...
Evet, evet mavi, gökyakut mavisi.

Aşk....

Aşk bu dünyanın ölçüleriyle açıklanamaz sevgili. O ilkel bir acıdır, yaban bir ağrıdır. Gelir ve içimizdeki o çok eski bir şeye dokunur. Sonra bir perde açılır ve yolculuk başlar. Bu yolculukta artık para, tarifeler, beklentiler, randevular, taksitler, iş, anneler ve korkular yoktur. aşkın kendi gerçekliği vardır sevgili. İnsan bir başka ışığa teslim olur... Aşkta yarın yoktur sevgili. zaman ileri doğru değil, içeri, yüreklere, derinlere doğru işlemeye başlar. İnsan korkusuz olur, daha derinden anlamaya başlar, bilgeleşir. Hiç bilmediği sezgileriyle buluşur. yükü çok ağırdır, kendiyle buluşmuştur. Hem dışındadır dünyanın, hem de ta ortasında. Hindistan’da ganj nehri’nin kıyısında yakılan yoksul adamın hissettikleri de onunladır, yitirdikleri de... new york’ta, bir sokakta, kartondan kulübesinde yaşayan kadının çıplak yalnızlığı da. Her şey onunladır, ona emanettir sanki, ama o, çıldırtıcı bir yalnızlık içindedir yine de... Aşkın kültürlü olmakla, bilgili olmakla da ilgisi yoktur sevgili, kanımıza karışan ilkel acı, o yaban ağrıyla hiçbir kitabın yazmadığı hakikatlere daha yakınızdır, inan... Kim demişti hatırlamıyorum, aşk varlığın değil, yokluğun acısıdır diye. Belki de bu yüzden ilk gençliğimde, o yoğun âşık olduğum yıllarda, gözüme uyku girmez, dudağımda bir ıslıkla bütün gece şehri, o karanlık, o hüzünlü sokakları dolaşır, insanları uykularından uyandırmak isterdim. uyanıp, İçimde derin bir sızıyla uyanan o derin sancının acısına ortak olsunlar diye... Aşk çok eski bir şeydir sevgili. Onun içinden o çileli çocukluğumuz geçer. Sevdiğimiz insanların çocuklukları da... Oradan üvey anneler, eksik babalar, parasız yatılılar geçer. Ve sonra aşk bütün bunları alır, daha da eskilere gider, hep o ilkel acıya, o yaban ağrıya... İnsan bazen nedensiz yere umutsuzluğa kapılır. Kimselere veremez sevgisini, kimselere kendini anlatamaz, evlere kapanır... Bazen denizler, kıyılar çeker insanı. insan bu kapılmayı anlayamaz, oysa çok eski bir yerde yaşanmasından korkulup vazgeçilmez aşkların sızısıdır bu. Bu sızı, bu yenilgi mevsimlerle yıllarla devredilir başka insanlara... Bir insanın yaptığı bir hatanın tüm insanlara yayılması gibi... İşte şimdi biz de sevgili, ya olmadık zamanlarda umutsuzluğa kapılıp, soluğu evlerde alacağız, ya da denizler, kıyılar çekecek bizi. Nasıl biz başkalarının korkaklığını taşıyorsak, başkaları da bizim korkaklığımızı taşıyacak, yenilgimizi, umutsuzluğumuzu... Birazdan sabah olacak... para, tarifeler, beklentiler, randevular, taksitler, iş, anneler ve korkular başlayacak... Bunlar varsa ve bizim için geçerliyse aşk yoktur ve hiç olmamıştır sevgili. birbirimizi kandırmayalım... Hadi güne hazırlan. yaşadıklarımızı unutmaya çalış. aşk bize güvenip verdiği büyüsünü, sırlarını, cesaretini, bilgeliğini ve o ilkel, o yaban ağrısını geri alacak. bunlar olurken içimiz bir an çok üşüyecek, sonra geçecek... Hadi, oyalanma birazdan yarın olacak... Aşkta yarın yoktur sevgili.....

Zaman bizi sertleştiriyor.

"zaman bizi sertleştiriyor, eski, çocuksu heyecanlarımız, ilk karşılaşma anlarının yarattığı o gizlenmez sevinç yerini kuşkulara, hep aynı olanla çarpışmanın bıkkınlığına, yaşamın geçip giden hızına asla yetişemeyeceğimizi anlamanın verdiği bulantıya, acımasız bir kendini yok edişe, sonsuz bir gizlenmeye, içe kapanmaya dönüşüyor."

Kimi aynalar alaşağı eder yansımaları

her insan yeryüzündeki aynasını arar,'' demişti kimi âlimler, ''onunla bir olmak, onda kendini bulmak için.'' ama nasıl cennette tuba ağacı, kökleri yukarıda, dalları toprağın altında ters dönmüş ise, kimi aynalar da alaşağı eder yansımaları.

Mahmut ile Yezida

Yezida:..o gün ırmağı geçmeyecektin,şimdi çaresiz olmazdık böyle.
Mahmud: şimdi sevdasız olurduk.."

Evden çıkacak gücüm kalmadı; evlensem iyi olacak

".. bir keresinde bir kızı sever gibi olmuştum; bu kız bana söylemişti, her şey gibi aşk da soluklaşır demişti. kendi de soluk benizli, zayıf bir şeydi. Dediği gibi olmuştu. Aşk da soluklaşmıştı. Artık ne sevgi kalmıştı, ne ülkü, ne de itici gizli mezhep. Hepsi tutuklanmıştı. eve kapanmalıydı insan, daha hiç çıkmamalıydı, gerçekten çıkmamalıydı. Çok yoruldum diye söylendim, bir ağacın gölgesine yaslanıp; dolaşacak, evden çıkacak gücüm kalmadı.Evlensem iyi olacak."

 Hiçbir şey istemiyorum. Münir Nurettin Selçuk istiyorum: Beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın. Hedda Gabler’in en sevdiği şarkı bu. Hiç ...