14 Mart 2016 Pazartesi

 "Ne yaparlardı? Nasıl yaşarlardı? Nereden geliyorlardı? Nereye gidiyorlardı? Kimse bilmiyordu. İşte böyle bir masaldı. Bilge'nin aklından bu masaldan geriye, sadece kendi ağlaması kalmıştı albayım. Oysa Hikmet ağlayamıyordu. Oysa, Bilge gibi ağlayabilseydi, açılırdı. Ağlayamadığı için kapanmıştı, içine kapanmıştı, gecekonduya kapanmıştı. Aşkın göz yaşları onu bırakmıştı. Aklın göz yaşları onu bırakmıştı. Bununla birlikte sonuç çok acıklı oldu; fakat sebebi anlaşılamadı.İyi tahliller yapılamadı kahramanlar yerli yerine oturtulamadı, çevre iyi verilemedi, birçok güzellik anlatılamadı, olaylar sonuna kadar götürülemedi. Bu yüzden oyunların güzelliği de anlaşılamadı. Satıldı, fakat ücreti ödenmedi. Son dakikada bir aksilik çıktı; dava esastan bozuldu. Bir yanlış anlaşılma olmuştu. Affedersiniz yanlışlık olmuştu: Hikmet değil Fikret'ti. Mesela böyle bir şeydi. Affedersinizdi."

11 Mart 2016 Cuma

«Bu çekişmeler, işin başındaydı doktor. Şimdi her organım, kendine uygun eşler seçerek durumu kurtarıyor. Bütün organlarımın hayali iyi işliyor albayım.- Beynim, dünyanın en yetenekli bedeniyle birlikte yaşıyor; ötekiler de cam kırıklarıyla dolu beynimden kurtuldular ve yerine bir şey koymadılar, böylece daha rahat yaşıyorlarmış, ha - ha. Fakat sonunda birbirleriyle uyuşamayan bir sürü Hikmet çıktı ortaya. Bilmem ki bu Hikmetleri bir arada size nasıl anlatsam?»

10 Mart 2016 Perşembe

Hüsamettin Bey, yün donunun paçalarını, çorabının içinden kurtardı, «Anlaşıldı,» dedi, «Sen, temsiline bir an önce başlamak istiyorsun. Dikkat et: Sonu hicran olmasın. «Nasıl bir şey olsun albayım?» «Bizi, senin de anlamadığın şu felsefenden kurtar da, nasıl olursa olsun.»
 Herkes, Bilge gibi bu masal dünyasında gerçek yerini almaya başlarsa, gecekondunun, emekli albay Hüsamettin Beyin, dul kadının ve çocuklarının ne değeri kalırdı? Hikmetin gecekonduda kurduğu dünya, birden fakirleşmişti. Hikmet, tehlikeli bir teşebbüste bulunmuştu Bilge'yi getirmekle. Gecekondudakileri çıplak bir ışığın altında görünce ne yapacaktı Hikmet? Onlar da, yazmağa çalıştığı oyunların kahramanları gibi, güneşe çıkınca toz olmayacaklar mıydı? Hüsamettin Bey bütün bunları, düşünmeden, bir anda hissetti; Bilge de, bilmediği bir akışın içinde, uygun olmayan bir yerde bulunduğunu sezdi. Bir süre, konuşmadan oturdular. Albayın durumu sarsılmıştı:
Mütercim Arif'çiğim ,diye düşünerek keyiflendi.Nedense Mütercim Arif'in aleyhine bir durum hasıl olunca ,gene bundan Arif'in lehine bir neticeye varırdı.Arif bunu da bilir diye düşünürdü.

9 Mart 2016 Çarşamba

 Hikmet de, eşyalarının bir türlü dolduramadığı salonda bütün gece yalnız başına düşünüyordu. Sonra bu zaman, düşünmek için ona fazla geldiği için okumaya başladı. Bazen, bir iki arkadaşın da yanılıp uğradığı oluyordu. Sevgi'nin uyumuş olduğunu ve Hikmet'in tek başına okuduğunu görenler, yeniden bu evle ilgilenmeğe başladılar. Üstelik Hikmet, okudukları üzerinde fikir yürütmeğe de başlamıştı. Yavaş bir sesle —karısı uyanmasın diye— kitaplar hakkında değişik sözler ediyordu. Galiba Hikmet artık dinlendi gibi sözler ediyordu Hikmet'e duyurmadan...
Böyle şeylere aldırmıyorlardı; zaten, aldıracak çok az şey kalmıştı. Sevgi, hiç bir şeye aldırmadığı halde, erkenden uyukluyordu. 

8 Mart 2016 Salı

Hayır, kelimeler aldatıcıydı; kelimeler, bizi gerçeklerden uzaklaştıran küçük tuzaklardı. Sevgi, o gece daha birçok şey düşündü, birçok şey hissetti. Neler olduğu sorulursa 'şey' kelimesinden başka türlü tarif edemeyeceği bir sürü şey. Allahım, dedi sonunda; ne olurdu bütün bu 'şey'leri anlatabilecek gücüm olsaydı.
Beyaz gömlekliler Tarikatının en aşağı mertebesinde bulunan hademeler başlarını  sallıyorlardı: Üstadı âzamlar sadece 'Enteresan Vakalar ile ilgilenirlerdi. Yani, hastayakınlarının anlayacağı dille 'Ümitsiz Hastalara bakarlardı. Bilim bu demekti. Böyle, ölüme yakın talihli hastaların çevresinde asistanlardan, mütehassıslardan meydana gelmiş kutsal bir daire bulunurdu. Ve bu 'Enteresan Vaka'dan, bütün insanlık için mutlu bir sonuç çıkarılırdı. Bilim bu demekti...
 Milyonlarca insanın kurtulması için çalışan bir tıp devi olarak, zavallı bir tozun hayatı için endişelenen önemsiz bir molekülden başka bir şey olmayan hastayakınlarını  küçümseyici bakışlarıyla ezip geçiveriyorlardı. Bu şaşkın kalabalığa; üzerinde hiç bir şey yazmadığı için arkasında neler olup bittiği belli olmayan bir kapının aralığından saydam tül gibi süzülerek kayboluyorlardı. Üzerinde tabelalar bulunan kapıların gerisinde de genellikle canlı bir varlık bulunmuyordu. Vakit çoktu, bekleniyordu. Tecrübeli hastayakınlan, üstü yazısız kapıların önünde birikiyordu. Sonra, durmadan bekleniyordu. Fakat aman Allahım! Ne kadar çok bekleniyordu...
İhtiras kelimesini düşündü Sevgi, bir süre. Hayır, düşünmedi: Hayvanat bahçesine ilk defa götürülmüş bir çocuk gibi baktı bu vahşi kelimeye. İhtiras, basitlik ve bayağılıktı. İhtiras, babasının gülünç tavırlarla giyinip, sokak dişilerinin peşinden koşmasıydı. İhtiras, Selim Bey gibi bir insanın bile, onu yüzüstü bırakan bir kadın için, gece yanlarına kadar kan ter içinde koşuşmasıydı; nefes nefese koltukları , kanepeleri, dolapları, masaları eve taşımasıydı; bir gün her tarafını otlar bürüyen bahçeye yüksek duvarlar yaptırmasıydı: Sesi unutulan karışık zil tertibatlarıyla evi donatmasıydı. İhtiras, Sevgi'den çok daha güçlü insanların sonunda bu küçük ve güçsüz ve üşüyen kızdan daha bitkin, daha yorgun düşmesiydi. Oysa, Selim Beyin yarım kalan parçaları gibi küçük şarkılar yazılabilirdi,birbirine karşı çıkmayan yumuşak yaşantılar anlatılabilirdi. 'Olağanüstü' gibi bir kelimenin hırpalamayacağı sıcak dünyalar kurulabilirdi. Oysa ihtiras, insanın başkalarında, koltuğunda otururken bile hissettiği üşütücü bir hastalıktı. Hafifçe ürperdiğini hissetti.
Bu zayıf, bu soluk, bu yerinden kalkacak hâli olmayan, bu fransızca roman okumaktan başka bir şey bilmeyen kadın, nasıl olur da bu kadar direnebilirdi? Bu kuvveti nasıl bulabilirdi? Süleyman Turgut Bey o anda karısından ve onunla birlikte bütün kadınlardan, erkeğe zayıflığını hissettiren bütün budala ve inatçı kadınlardan, yani bütün kadınlardan, hepsinden, hepsinden nefret etti. 
Her söze atılan insanların telaşından rahatsız olurdu. Kendisini koruması gerekiyordu: Hayatta güçlüklerle karşılaşıyordu. Okulda aceleyle söylenen yanlış sözler, alaylara yol açıyordu. Durgun, tutuk ve suskun insanlar, bir yerde rahat bırakılıyordu.Onlarla uğraşmaya değmez  deniyordu (küçümseyici bakışlarla). İnsan zamanla bu bakışlardan kurtulabilirdi. Uzun ve zahmetli bir çalışmayla herkes utandırılabilirdi. Herkes bir yerde, bir anda takılabilirdi. Beklemesini bilenler, herhalde bu dünyada bulunan (bulunması gereken) insanüstü bir kuvvetin gözünden kaçmazdı. Kendilerine yazık edenler, zamanın her şeyi nasıl halledeceğini bilemeyenlerdi.

7 Mart 2016 Pazartesi

Kadınlarla oynanmaz;hemen canları sıkılır.Bir kere rollerini ezberleyemezler ,sonra "sen gerçekten oynamak istiyor musun canım?" diyerek insanın aklını karıştırırlar.
Sizi seviyorum Bilge .Adınızı çok beğendim ,benim de adım Hikmet.Ben buraların yabancısıyım.Gecekondu da ya da meyhanedeki gibi yürütemiyorum işleri?
 Fikret aptaldı; çünkü, odada ikimiz başbaşa kalınca, karıları mutfakta yemek hazırlayan iki kocanın konuşmalarına sürüklemeğe çalışıyordu beni. Sevgi aptaldı; çünkü şarkı söylüyordu mutfakta, zafer şarkısını. Fakat onu perişan ettim; kazandığı zaferler yüzünden mahvettim onu. Ha-ha. Böyle zaferler kazanmağa çalışmasaydı sonumuz, başka türlü olurdu albayım...
... şu makaleyi nasıl buldun canımı, arkadaşların canımı sıkıyor canımı, ben bu akşam biraz dışarı çıkmak isteyebilir miyim canımı, o canımı, bu canımı, her türlü canımı hep önce bana söylettin. Ve sonra, yargılarıma katılmadın...
T.O 91
 Bu asteğmen, fazla kitap okuduğu için hapse düşmüş. Hapse düşmesi aslında daha karışık bir yoldan olmuş ama, işin başı gene bu kitap okumaya dayanıyor. 
T.O 57
 Bunun dışında küçük sıkıntılar, sobanın tütmesi, pencerelere hamurla yapıştırdığımız gazete kâğıtlarının orasından burasından yırtılması ve küçük üşütmeler aslında üzerinde durulacak kötülükler değildir. Üzerinde durulacak asıl mesele, askerin generalle konuşmasıdır...

4 Mart 2016 Cuma

Tolstoy, düşündüklerinizi yazmaya değer bulmuyorsanız yazmayın, diyor. Siz öyle bulamazsanız, gerçekten yazmaya değmezmiş. Tolstoy’a karşıyım. Yazıyorum. Bu, ancak beni ilgilendirir. Bu, beni ilgilendirir ancak. Hepsini birden dinledik zamanında ve hiçbirine yaranamadık. Eksik olsunlar artık.
Montaigne, kötü davranışlardan, istemediğiniz için kaçının, diyor: beceremediğiniz için değil. Beni ne güzel açıklıyor. Ben de diyorum ki: Sayın Montaigne ve sizin gibiler! Canınız cehenneme! Sizin haklı olmanız bana hiçbir şey kazandırmıyor. Köşemde kıvrılıp ölüyorum işte. Siz de sevimli akrabalarım kadar yabancısınız bana. Adınız Marki bilmem ne de olsa... 
Odadaki bütün ışıkları yaktım, banyonun kapısını açtım. Bütün gece onun gelmesini bekleyeceğim herhalde. Beni uykuda yakalamasına izin vermeyeceğim. Onun kıskançlığından da bıktım usandım: kitap okumamı istemez, düşünmemi istemez, oyun seyretmemi istemez. Böyle bir baskıya gireceğimi bilseydim daha önce evlenirdim. 
 Bir insanın sizin için endişelenip sararmasının güzel bir yanı vardır. Bir yandan da benim için üzülmesi, kendimi rahatça düşünmeme engel oluyor. 
 Kafatasımın çok inceldiğini hissediyorum. Yürürken çok dikkat ediyorum: bir yere çarparsam sanki dağılacak. Camdan bir kafanın içinde ağır bir beyin: başımı taşıyamıyorum. Çıkıntılı yerlerden geçerken korkuyorum. Berbere gittim. Binayı pürüzlü bir sıvadan yapmışlar: sıvanın sivri uçları beynimi delecekmiş gibi geldi. Berber de yüzümü yorgun buldu. Sakalım zor tıraş ediliyormuş. Biraz konuşsaydık belki o da evlenmemi tavsiye ederdi. Ben parçalarımı bir arada tutmak için olağanüstü bir çaba harcıyorum: tutmuş benden ne istiyorlar. Selim gibi görünmenin bana neye mal olduğunu bir bilseler. 
Akıldan uzaklaşmak istiyorum. Aptalca duygulanmaktan korktuğum için çevremi akılla doldurmuşum. Aşktan, üzüntüden bahsedebileceğim aptal insanları arıyorum. 
Sağlam olan yanlarımı, bildiğim bir dille anlatıyorlar. Hastalığıma gelince, Latince’ye başvuruyorlar. Onlara güvenim kalmadı. Kendi başımın çaresine bakacağım...
Gelin, hep birlikte, önce yaşarken öldürelim beni. Aklıma geldiği zaman bile ürperdiğim yaşantılarımı ortaya koyalım: didik didik edelim. Ondan sonra ölümün bir anlamı olur benim için. Sizin de işinize yarar: benim gibilerden sakınırsınız bundan sonra. Hayır işinize yaramaz. Ortalıkta dolaşmanızdan, pek zarar görmüş bir durumunuz sezilmiyor. Belki de gizli gizli zehirlemişimdir sizleri. Gelin, hep birlikte yapalım şu işi: acımasız, soğukkanlı. 

3 Mart 2016 Perşembe

 Karısına yorgun gözlerle baktı. Nermin, gazeteyi yavaş bir hareketle elinden bıraktı. Turgut, onun sakin, meraklı yüzünü, biçimli ellerini, koltuğu çapraz kesen bacaklarını inceledi. Sonra hemen yoruldu, gözlerini kıstı: karısının görüntüsü hafifçe bulandı, uzaklaştı. Şimdi Nermin salonun çok uzak bir köşesinde oturuyordu. Turgut için: yüzlerce metre uzakta. Parmağını gözbebeğinin altına batırdı: bir Nermin yerinde kaldı, bir Nermin de, karısına benzeyen bir renkli gölge de, yukarı aşağı oynadı. İşte bir hayalden ibaret: parmağımla oynatabildiğim bir şekil
Olur şey değil! Hüsnü Beyle Mürvet Hanımın biricik oğlu, modern mimarlığın en üstün yapıtlarından sayılan küçük burjuva tapınağının sayısız cilalı tuğlalarından biri, bir karı ve iki çocuğun sorumlu saymanı, KayalıMehmetliHulkiBeylikapıcılıbakkallı- arabalı karmaşık ağın ana düğümü Turgut Özben parkta, paranızı paranız kadar artıran bir bankanın adını üzerine dağladığı bir bankın üstüne oturmuş düşünüyordu...
 lütfen beni bir kere dinleyin beni bir kere dinlerlerse bütün karışıklıkların dü- zeleceğine inanıyordum kendimi o kadar haklı görüyordum ki bütün aksaklığın bilmemelerinden doğduğunu sanıyordum bir kere dinleselerdi beni oysa dinleyenler de oldu neyse geçelim bunu 

2 Mart 2016 Çarşamba

Turgut, Günseli’nin sustuğunu görünce telaşlandı. “Ne olur, hep anlatın,” diye yalvardı. “Ne olur hiç susmayın. Buradan sıkıldınızsa başka yere gidelim. Siz yolda da anlatın. Her şeyi anlatın. Ne durumda olduğumu bir bilseniz...” Durdu, gülerek: “Selim ne derdi şimdi?” diye sordu. Günseli, iri gözlerini açtı, çocuksu bir gururla: “Ne durumda olduğunuzu bilseydim, hamiyetten gözümün yaşını tutamazdım, değil mi?” “Gördünüz mü, benden saklayacak hiçbir şeyiniz olmamalı.” “Doğru. Hem o kadar yalnızım ki.”
Selim de can sıkıcı ve hayal kırıcı görünüşünün, insana yeni heyecanlar ilham etmeyen pısırıklığının farkındaydı. Her gece yatakta bu durumdan kurtulmak için Allah’a yalvarıyordu: omuzları biraz daha genişleyemez miydi? Gittiği partilerde bir kenarda oturup surat asmamak için acaba ona dans öğretilemez miydi? Allah, Selim’e dans öğretmeye pek niyetli görünmüyordu. Her şeye kadir olduğu halde böyle küçük işlerde bile kullarına yardım etmiyordu. Üstelik bu işlere Metin’i memur ediyordu ve Metin de Selim’in beceriksizliğiyle alay ediyordu: Selim’in hiçbir şey öğrenemeyeceğini söyleyerek gülüyordu. Selim ise, kendini Metin’e beğendirmek için çırpınıyordu. Bir yandan da Allah’a başvurmayı ihmal etmiyordu: çok zayıftı, biraz daha kuvvetlenemez miydi? Metin, izci takımında trampet çalıyordu, Selim de trampet bölüğüne alınamaz mıydı? Allah susuyordu.

1 Mart 2016 Salı

 Birdenbire uykudan, rüyadan çıkıp, kendini bir kadının yanında, bir yatakta buluyordu gece yarısı. Kendine gelemiyordu. Buraya nasıl geldim Olric? Yüz yıl uyuyan adam gibi yabancı gözlerle süzüyordu çevresini. Zamanı bulamıyordu. Kendini bulamıyordu. Uykunun rahatlığından şuursuzca fırlatılmış garip bir yaratıktı. Sus, diyordu, kendi kendine. Sus, kimse duymasın. Sonu kötü olacak. Sen Turgut’sun. Turgut Özben. Hiçbir şey hissetmiyordu. Ellerini sıkıyordu acıtırcasına
 Neden, aynı yaşantının içinde bulunan insanlarla hiçbir ilişki kuramaz oldum? Neden, neden, neden? Sorular, çengeller gibi, soru işaretleri gibi kafasına takılıyordu.
 ‘Tanrım! Hep önsözlerde kalıyorum!’ Durmadan yakınırdı: ‘Biraz daha ilerleyebilsem, hiç olmazsa ‘Giriş’e kadar gelebilsem!’ Ellerime sarılırdı: ‘Bana yardım edin dostum! Bütün kitapların neden yazıldığını, yazanların kimlere teşekkür borçlu olduğunu, bu kitabı yazma düşüncesinin onlara nasıl geldiğini, bu kitabın ne gibi bir boşluğu dolduracağını, hepsini biliyorum. Sonra ne oluyor? Anlatın bana.’
Öyle kolay değilmiş, değil mi? Kolay olsaydı biz yapardık. Yapmadığımıza göre, bizim de kendimize göre bir bildiğimiz var. Biz de okuduk onları. Onlardan, dediğin anlam çıkmaz. Çıksaydı, biz bilirdik senden önce.
 Sen gelinceye kadar yaşamıyor muyduk? Öyle mi diyorsun? Yanılıyorsun. Herkesin bir işi gücü var, bugüne kadar bellediği bir usul var. Herkesin bir yataktan kalkışı, bir yemek yiyişi var. Senden akıllıları var, senden yaşlıları var, senden tecrübelileri var. Bu kadar adamın düşünemediğini sen mi buldun? Dur bakalım, dur bakalım hele. İki satır öğrendin diye herkesi cahil mi sanıyorsun? Bağırıp çağırarak gözümüzü mü korkutmaya çalışıyorsun? Ben bilmesem de bir bilen vardır elbette. Bu kadar atılışı, saldırışı, yıkışı sana bırakırlar mı? Dur bakalım, dur hele. Nereden geldin, nereye gidiyorsun? Belgelerini, izinlerini, tanıklarını, yeteneklerini göster bakalım. Seni buraya kim soktu, kim izin verdi sana bütün bunları söylemen için? Bir yanlışlık olacak. Kapıcıyı çağırın. Nasıl boş bulunmuş? Dışarı çıkarın şunu: etrafa bu kadar saldırmasına göz yummayın. Herkese, ne yaptın? ne yapıyorsun? neye yarar bunlar? demesine fırsat vermeyin
 Esat: “Selim, onunla konuşmayacak,” dedi. “Selim, artık onun gibilerle hiç konuşmayacak. Aynı yanlışlığı bir daha yapmayacak. Burada olduğu halde ona görünmeyecek. Böyle insanlar Selim’i bir daha göremeyecek. O, artık, kendisini sevenlere görünecek yalnız.” 
“Selim’i anlatır mısınız bana?” dedi birdenbire. “Hayır, önce kendinizi anlatın. Selim’in yakın dostu olduğunuzu biliyorum. Neden buraya geldiğimi merak ediyorsunuz. Belirli bir nedeni yok. Selim’i unutamadığım için geldim diyelim. Hayır, önce unuttum. Sonra unutamadım.” Susarsa, sanki her şey bitecekmiş gibi, aklına geleni söylüyordu. “Belki siz de unuttunuz, ya da herkes gibi üzüldünüz ve sonra... sanki ben başka türlü mü yaptım? Onu gerçekten kaybetmenin acısını anlayabildim mi? Aradan aylar geçti. Ne kadar geçtiğini bile tam bilmiyorum. Ben ne yaptım? Hayır, bundan bahsetmeyelim. Fakat, bu kadar zaman sonra, daha dün ölmüş gibi telaş göstermenin, onun arkadaşlarını aramanın garipliği... artık üzülemez mi insan? Buna kimseyi inandıramaz mı? Onu bana anlatın... bana yardım edin, diyemez mi? Çünkü onu sevenler, onun böyle kaybolup gitmesine razı olamayacaklardır. Herkes bir yerinden tutup canlandıracaktır onu. Mesele onun ölmesi değil, ya- şamasıdır benim için. 

 Hiçbir şey istemiyorum. Münir Nurettin Selçuk istiyorum: Beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın. Hedda Gabler’in en sevdiği şarkı bu. Hiç ...