29 Aralık 2016 Perşembe

 Ah ne olurdu her şeyi tamam hatırlasaydı! İnsanın ilk evliliği bir kere olurdu. Kimler gelmişti? Defteri nasıl imzalamıştı? Bu kadar heyecanlanacak ne vardı? Sonunda sadece hatıralar kalmayacak mıydı? Yoksa her şey unutulacak mıydı? Öyleyse bu işkencelere katlanmanın ne gereği vardı? Ah ah ah ahtı.

24 Aralık 2016 Cumartesi

eskiden yeterdim kendime
artardim bile
simdi ne yapsam nafile
ve
kim demis 'can eskimez' diye
bu can tedirgin tende
can da eskimis
ben de
Gelmiş Bulundum / Edip Cansever

Ben mişim -neymiş- su sesiymiş
Oymuş -cam kırıkları gibi gövdemi yakan-
Yanağında sardunya kokusuyla yazdan
Kimmiş o gelen ya giden kimmiş
Bir yabancı mı, yoksa bir ermiş
Değilmiş, bir çağrı bile yokmuş uzaktan.

Güneş mi batarmış bir özel ismi bitirir gibi
Yanmış bir ağacın yaprakları mıymış kımıldayan
Ne kalmış bir önceden ya da bir sonradan
Kim koparmış dalından bu yabani incirleri
Ya kimmiş kıyıya çeken hayalet gemileri
Ne yazılmış nereye bu garip kargaşadan.

Yıldızlar, büyülü ülke adımı unutturan
Bir kaya, bir ot, bir akarsu
Hangi yaz şarkıcılarının ürpertili korosu
Ki bütün ölüleri sığa çıkaran
Ve kenti bir ölüm derinliğine salan
Yani bir gül solarken bir gülün açma korkusu.

Şiirler yazdım, kitaplar okudum
Elimde bir bardak aldım, onu yeniden oydum
Derinlerde kaldım böyle bir zaman
Kim bulmuş ki yerini, kim ne anlamış sanki mutluluktan
Ey yağmur sonraları, loş bahçeler, akşam sefaları
Söyleşin benimle biraz bir kere gelmiş bulundum.


Akdeniz Salgını / Edip Cansever

halikarnas balıkçısı'na

I
Öyle bir alaşımdır ki seninle deniz

Bir açık deniz

Bakınca hiçbir şey göremediğin

Gözlerini duyduğun yalnız




Sözlerin var, dudak izlerin yok sözlerinde.







II
Denedin ki oralarda zaman olmayı

Şimdi bir Akdeniz salgınısın sen

Sonsuz bir otobüs yolcusu gibi, tam öyle gibi

Her gün kırmızı bir bilet düşürürsün dişlerinden




Ki senin bir yerin olmadı hiç, olmayarak soldu

Diri bir sabahın eylülüsün birden

Sonra bir solgunluğun yeniden solgunluğu

Tırnakların dibine batar durup dururken

Acılardan bir acının geri tepmesidir

Sızar yüreğinden sevinç olarak

Yani eylülden




Acımaktan bir zamansın ki bazan susarsın

Çocuklar büyükler gibi konuşur sefaletten.







III
Omurgasını kırmış bir balık yatar

Seninle denizin üstünde

Öpülmüş bir dudak gibi




Derinlerden derinlerdedir yüreğinse

Okşar gizli gizli deniz kızlarını

Dondurulmuş güneşlerin içinde

Öpmezsin, dudaklarını duyarsın yalnız.







IV
Sonra sonra yapıştırılmış pullar gibisin, öylesin

Üstü uçaklı zarflara

Ve alanlara tutturulmuş, çiçek sepetlerinin

Kenarındakikartlara

Bir gider bir gelirsin, gider gelirsin

Hızlı bir park akışından anısal bir yığıntıya




Sayısız parmağın var, bir parmağın daha mavi

Vurursun vurursun kapılara onunla

Kapılar açıldı mı, avlular güne çarptı mı

Boşalan bir güğümsündür her umutsuzluğa.







V
İki yaprak yerde konuşur ya, o zaman

Tam o zaman bir sonbahar düğümü

Yani bir gülüşün bir çay kaşığının sıradan ölümsüzlüğü

Seni sürekli kılan

Tam o zaman

Bir limonluk hüznün olsun kal orda

Her gün kendi kendinin oğlusun

Bir nesne buluyorsun yerde, mutluluktur senin için

Denizken üzerine atılan ağaç kökleri gibi

Soyulmuş elma kabukları gibi

Boş şişeler, çürümüş hayvan iskeletleri gibi




Kekikler yemlikler arıyordun, kayalardan

Yokluğa doğru yükselerek

Çorbanı karmak için

Ama görmedik bir kaşık içtiğini bugüne dek

Olsa olsa ateşini yakıyordun yalnızlığın




Biliyorsun, bizim her türlü yalnızlığımız

Yeni bir dil olacak yarın.







VI
Uğurladık bir sabah seni

Söz vermiştin geri döneceğine

Anladık bakınca aldandığımızı

Gerilerde küçük

Kıyılara doğru büyüyen ayak izlerine




Ötelerde, ama çok ötelerde

Kocaman bir gözyaşıydın ey usta deniz

Konuşuyordun, sözlerini bulamıyordun yalnız.


“Kelimeler! Yalnızca kelimeler! Nasıl da korkunçlar! Nasıl şeffaf, canlı ve zalim! İnsan onlardan kaçamaz. Bununla birlikte nasıl etkili bir büyüleri vardı! Şekli olmayan şeylere esnek bir şekil verme becerisine sahiptiler sanki, sanki kendilerine has bir ezgileri vardı, saz gibi, keman gibi,tatlı! Yalnızca kelimeler, kelimelerden daha gerçek ne vardı?”

Oscar Wilde / Dorian Gray'in Portres

23 Aralık 2016 Cuma

İlk gençliğinde, bu sokaklarda çok dolaşmış, bazen bir türlü içeri giremeyerek dönüp gitmiştir. Bazen de, bu ve bunun gibi salonlarda saatlerce oturarak, onu anlayacak duygulu bir kalbi boş yere beklemiştir. İkinci gelişinde, bu sokak zafer taklarıyla donatılacaktır. Bütün kapılar defne dallarıyla süslenecektir.
Aceleden şaşırıyorum. Beklemesini bilmiyorum.

22 Aralık 2016 Perşembe

Gittin ammâ ki kodun hasret ile cânı bile
İstemem sensiz olan sohbet-i yarânı bile.”


Tanrı'nın ruhu canında, emaneti sırtında, kalemi elimde, adların hikmeti, "Veda" bilgisi gönül levhamda, kainat karşımda rukûda, melekler ayaklarımın dibinde secdede ve ben Tanrı'nın melekûtunda özgür ve taslaklar denizinin kıyısında, tanrısal kudretin gölgesi üzerimde, Cebrail'in yumuşak kanatları ayaklarımın altına şefkatle serilmiş... Fakat lezzetleri tek başına tatmak ne acı ve güzellikleri yalnız başına görmek ne çirkin ve tek başına mutlu olmak ne çileli bir mutsuzluktur!


Cennette yalnız olmak, çölde olmaktan daha zordur. Baharda yüzüne çarpan her esinti, kafanda yalnızlığın hatırasını uyandırır. Her kırmızı gül, kalbini ateş gibi dağlar. Güneşle yağmurun birbirine karıştığı günlerde, gökten yıldız yağdığı ve çölün sesin kalbine bir çağrıyı tekrarladığı çöl gecelerinde, sahranın göğsünde kanlı ufka bakarken ve yalnız bir yolcu tanyeri ağarırken tren kompartımanından yeni yılı karşılarken, her zamankinden daha çok ve her yerdekinden daha çetin hissederim ki tabiatın bu büyük "mesnevi"sinde yarım kalmış bir "mısra"yız. Var oluşumuz, bir "beyit" olmayı beklemektir.


Ali Şeriati (Çöle İniş (Hubut - Kevir), s. 35)

18 Aralık 2016 Pazar

3225. Eğer o yaraya pîr merhem korsa o zaman derdin iyileşir, feryat ve figanın kesilir. Yara sahibi, merhem konunca sıhhat buldum sanır. Halbuki hakikatte oraya merhemin ışığı vurmuştur. Kendine gel, ey sırtı yaralı, merhemden baş çekme; iyileşince de kendi kendime iyileştim deme, sıhhati merhemden bil!
3050. Mademki beni görmek, seni kendinden geçirmedi, huzurumda yok olmadın. Böyle cana inleyerek ölmek gerek. Mademki huzurumda mahvolmadı, boynunu vurmak farz oldu. Tanrı’dan başka her şey fânidir. Mademki onun zatında fâni değilsin, varlık arama! Bizim hakikatimiz de yok olana “Her şey fânidir” cezası yoktur. Çünkü o “İllâ” dadır, “Lâ” dan geçmiştir. “İllâ” da fâni olmaz. 3055. Kapıda dolaşan, Ben’den, biz’den dem vuran kapıdan sürülür, “lâ” makamında dolaşıp durur.
1780. Halkın onun için döktüğü gözyaşları incidir; halk gözyaşı sanır. Ben canlar canından şikâyetçi değilim, hikâye etmekteyim. Gönül,” ben ondan incindim” dedikçe, gönlün bu asılsız ve ehemmiyetsiz nifakına gülmekteyim. Ey doğruların medar-ı iftiharı! Doğrulukta bulun. Ey baş köşe! Ben senin kapında eşiğim. Mâna âleminde baş köşe nerede, eşik nerede? Sevgilimizin bulunduğu yerde biz ve ben nerede?
110. Âşığın hastalığı bütün hastalıklardan ayrıdır. Aşk, Tanrı sırlarının usturlâbıdır. Âşıklık, ister o cihetten olsun, ister bu cihetten... âkıbet bizim için o tarafa kılavuzdur. Aşkı şerh etmek ve anlatmak için ne söylersem söyliyeyim... asıl aşka gelince o sözlerden mahcup olurum. Dilin tefsiri gerçi pek aydınlatıcıdır, fakat dile düşmeyen aşk daha aydındır. Çünkü kalem, yazmada koşup durmaktadır, ama aşk bahsine gelince; çatlar, âciz kalır

15 Aralık 2016 Perşembe

Mesut hayallere dalmış görünüyorsunuz Hikmet bey.Şerefinize içebilir miyim? Ortada bir şeref meselesi varsa hepimiz içelim.

22 Kasım 2016 Salı

Beni hiç anlamayacaktı. Olsun, varsın anlamasın. Anlasa beğenmezdi zaten, kim anladığına bir kıymet vermiş ki, anlamak küçümsemektir biraz da. Buna da talip değilim. Üstelik daha açığı şu ki hem anlamayacak hem küçümseyecek, küçümseyebilmesi anlayabildiği zehabını ona verecek. Dünya bir ahmağı daha kazanıp ekini belli etmemenin tadına varacak, dünya Sadullah Efendi'nin izansızlığıyla, her şeyin aynı kalışıyla şöyle bir gerneşecek ve diyecek ki "Oh dünya varmış." Dünya olmasın, ne kaybederiz ki?
Eksiklik duymayan tamlığı nerden bulacaktı?
Sabahleyin gece koyun olup kesilmiş de sabahına tekrar kuzu olarak doğmuşum gibi uyandım. Beni kesene de, kesilme sebebime de, son an da gözümün önünde parlayan bıçağa da, yan devrildiğimde baktığım ve yalnız mıyım değil miyim anlayamadığım gökyüzüne de, hiç üzerime eğilip bu hali örtmeye, dallarıyla kasabı kırbaçlamaya çalışmayan, sadece üstümde uzanan ağaçlara da bir hıncım yoktu. Dedim ya bir kuzu olarak uyanmıştım. Ağzıma bir yeşillik koyup hafiften de sarkıtasım geldi. Keşke kat kat yünlerinin arası bitlerle dolu ama bununla dertlenmeyen melül bakışlı bir koyun annem olsaydı da hangimiz daha safız bilemeseydik.
Beklemek, bir şeyin yoluna ve haline girmesini beklemek, beklerken olacak olanın olması için gereken her türlü başka hale geçişlere, kalışlara tahammüle etmek ne zor şeydi. Başı da, ortayı da, sonu da bilip beklemek ne tahammülü güç şeydi. Tanrı'nın da yaptığı bu muydu? Baş, orta, son belli, helak kaçınılmaz, ancak önemli olan o zamanı geçirmek, o zamandan geçmek. Ve geldiğinde gelmemiş gibi, bilmemiş gibi, yaşamamış gibi gelmek, rüyayı görüp uyanmak ve "Neyse rüyaymış," demek ve aynı yerden uyumaya devam etmek. Yaşamaya da, ölmeye de yazık. Bu ölüm için yaşamaya, bu yaşamak için ölmeye yazık.
“İnsan zaten dertli değildir, derdin kendisidir. İnsan öyle büyük bir derttir ki bu büyüklükte bir şeyin kendine sığacağını aklına getirmez de bunu dünyanın, hayatın derdi sayar. Hayat, o durgun, kibirli suyunda kendisine bakan bu çirkin heyulaya bakıp bakıp ‘Bu herhalde benim…’ der. Bu dert de ona yeter.”
Bana derler ki "Veren el, alan elden hayırlıdır." Bende derim ki "Elin vergisi canın sevgisi."
Bana derler ki "Verilenler, günahları örter, perdeler." Bende derim ki "Örtülüp, perdelenecek şeyleri azaltmak daha iyi değil mi?"
Bana derler ki "Verenin malı artar." Bende derim ki "Malım artsın diye vermek, vermek midir, almaya hazırlık mı?"
Bana derler ki "Öyle bir ver ki, sağ elin verdiğini sol elin görmesin, bilmesin." Bende derim ki "Peki bu sağ elleriniz nasıl bu kadar meşhur oldu?"
Bana derler ki "Az sadaka çok kaza bela savar." Bende derim ki "Çoğunu verip gelecektekiler de dahil hepsini birden savuşturmak daha iyi değil mi o zaman?"
Bana derler ki "Olmayanı verdiğinle sevindirmek mevcudunun zekatıdır." Bende derim ki "Olmayan-olmayan-olmaya sen-verip de sevindiren-olmaya ne çabuk, ne kolaylıkla alışmışsınız. Rolleri değiştirmek, biraz da sen alıp da sevinen olmak ister misin?"
Bana derler ki "Biz, bize verilenlerle böyle olduk." Bende derim ki "Sizin gibi olmamak için her şeyimi vermeye de, hiçbir şeyimi vermemeye de ahdettim."

18 Kasım 2016 Cuma



Ne kadar zaman arayacağım seni ev ev, kapı kapı?

Ne kadar zaman köşeden köşeye, sokak sokak?

17 Kasım 2016 Perşembe

Ben ne yazdım, sen ne fehm eyledin, garib efsanedir.
 Muallim Nâcî
AN GELİR
an gelir
paldır küldür yıkılır bulutlar
 gökyüzünde anlaşılmaz bir heybet
  o eski heyecan ölür
an gelir biter muhabbet
 çalgılar susar heves kalmaz
  şatârâbân ölür

şarabın gazabından kork
 çünkü fena kırmızıdır
  kan tutar / tutan ölür
sokaklar kuşatılmış
 karakollar taranır
  yağmurda bir militan ölür

an gelir
ömrünün hırsızıdır
 her ölen pişman ölür
  hep yanlış anlaşılmıştır
   hayalleri yasaklanmış
an gelir şimşek yalar
masmavi dehşetiyle siyaset meydanını
 direkler çatırdar yalnızlıktan
  sehpada pir sultan ölür

son umut kırılmıştır
 kaf dağı'nın ardındaki
  ne selam artık ne sabah
   kimseler bilmez nerdeler
    namlı masal sevdalıları
evvel zaman içinde
 kalbur saman ölür
kubbelerde uğuldar bâkî
 çeşmelerden akar sinan
  an gelir
   -lâ ilâhe illallah-
    kanunî süleyman ölür

görünmez bir mezarlıktır zaman
 şairler dolaşır saf saf
  tenhalarında şiir söyleyerek
   kim duysa / korkudan ölür
-tahrip gücü yüksek-
 saatli bir bombadır patlar
  an gelir
   Attila ölür





Attila İLHAN

16 Ekim 2016 Pazar



DÜN, BUGÜN, YARIN

When I was a little child ,

Bir yokluktu Ankara.

Apres moi dull and wild

Town ne oldu, que sera?

İTHAF ve MUKADDİME

King Soloman Speare'di adının İncilcesi

Süleyman Kargı dosttur Türkçeye tercümesi

Hamlet için Horatio neyse öyleydi bana.

Kıbrıs dolaylarından göçmüş anavatana.

Yıkık bir sur üstüne büyük, cesur ve mağrur.

Saplanmış bayrak gibi Ankara'da oturur.


Selim Işık tek ve Türk. Ve duygulu, amansız.

Sabırsız ve olumsuz, yaşantıda cansız

Sanılırdı; gerçekti, hayır gerçek değildi.

Tutunamayanların tarihine eğildi.

Kelime ve yalnızlık hayatın tadı tuzu

Kucaklamak isterdi ölümü ve sonsuzu.


BİRİNCİ ŞARKI

Dokuz yüz otuz altı. Tarih düşüldü. Niçin?

Doğumu önemlidir - yani kendisi için.

Buruşuk yüzler, bezler arasında bir canlı

Başpamağını emdi (yıkanmamış ve kanlı)

Cahildi, ne bilsin libidonun adını

Duymuştu belki belki aşkın kokusunu, tadını

Sonradan uzun olan yumuk parmaklarında.


İlk resminde beyazdı kundağı gibi yüzü.

Bir taşra konağında yaşadı ilk gündüzü.

Büyükanne, Osmanlı sabrıyla ağır ağır

Salıyor beşigini. Dede bunak ve sağır.

Gelin ürkek ve şaşkın, dede doksanı aşkın,

Gözlerinde kalmamış hiçbiri aşkın.

Ne zaman yemeğini yedigini bilmiyor.

gördügü karısı mı gelini mi bilmiyor.


Asırlık ayakları, evde bir hastalıktı

Geceleri dolaşan. Dalgın karnı acıktı;

Kalktı yer yatagından, iki ayaklı hüzün.

Selim'in beşigine uğradı, beyaz tülün

Altında yatan teni okşadı. Titrek elin

Tuttuğu son canlıydı. Snaki, " Mutfağa gelin!"

Diyen bir sese doğru yönelirken, bir ağrı

Saplandı. Ölü buldu onu sabah rüzgarı


İlk rüzgarın teriyle (bilincin eşiginde)

Islanarak uyandı; kıvrandı beşiginde

Kundagıyla büyük ve beyaz bir elma kurdu

Esirlik türküsünü bütün eve duyurdu.

Baba geniş yatakta döndü; yorganı kaptı;

Anne, meme vermenin sancısıyla haraptı.

İlk ve son kocasının, " Çocuga bak Müzeyyen!"

Mırıltısıyla kalktı kadın kokan yerinden.


Corridos adasında Permanlar arasında

Elinde kendi gibi kuru bir barracinda

Tutarak,i on ikinci derece bir denklemi

Kaygısız çözmesiyle, Ferrania Sandolem'i

İndirerek tahtından kadın saltanatına

Son veren Panton Hipyos ya da önce atına

Sonra kadına tapan Hun gibi Numan Işık

(oysa ilk yıllarında anneme nasıl aşık).

Uykulu gögüsleri-kim bilir ne kadar tazeydi.

İİpek geceliginin içinde sert ve diri

(mektuplarında Numan Bey, aşkını esli Türkçe

-evlenmeden elbette- anlatırmış anneme)

Kayarken karanlıkta, dede bir taş yıgını

Gibi, genç lohusanın acıttı ayağını.

Acı bir çığlık kesti Selimin nefesini

Belki o anda duydu korkunun ilk sesini.



Evin arka bahçesi otlar ve tahta perde.

Anılar başladı mı? Paslı bir kilim yerde,

koruyor dış dünyadan. İlk böcekler elinden

Kayıp geçiyor. Nine düşmüyor dilinden

Belirsiz anlamlarla uuytan ninnileri

Hu diyen dervişleri ürkünç ecinnileri.

Dandini ve dasdana, kov bostancı danayı

Yemesin lahanayı, yemesin lahanayı.



Bir yaşında kızamık, iki yaşında sıtma,

Yakaladı Selim'i. Yavrum terleme koşma!

Terli bir uyanıştan sonra tam üç yaşında

Dişti yatağa baygın. Ağlayarak başında

Kuran okur annesi; bir açılsa gözlerin.

Ne diyorsun Allahım duyulmuyor sözlerin.

Baba mırıldanıyor; Selim Işık, güzel şey!

Ağlıyor gürültüyle; hey rahmetli Numan Bey!




Kasabanın tek doktoru topal Muvakkar.

Muvakkar'ın tek gözü birazcık şehla bakar.

"Topal doktor kalksana, lambaları yaksana,

Selim elden gidiyor, çaresine baksana."

Muvakkar'ın gözüvarmış derler annemde

Babama severek varmış derler annem de.

O zaman kaç senesi; tıp bildiğiniz gibi.

Bütün umut Allahtan; hep bildiginiz gibi.


"Zatürre. Geceyi atlatırsa ümit var.

Kışın olsa giderdi." (dışarıda ıslak bahar).

Birden gözünü açtı: karanlık pencereler,

Yağmur izleri. Selim, "Atatürk'ü gördüm,"der.

Taşrada yetişirken öğrendigi tek dildi

Türkçe, cahil Selim'in. Bu kadar diyebildi.

Oysa bilseydi (canım) biraz da Fransızca

"Voila Atatürk maman" derdi muhakkak orda.



Az gelişmiş babanın az gelişmiş tek oğlu ,

Şimdi hatırladım da gözlerim doldu.

Donuk aydınlıgında idare lambasının,

Üzerine eğilen gölgenin (babasının)

Varlığından habersiz, soluk bir ateş gibi

Küçüçük yatağında. Bir aydınlık belirdi:

"İşte güneş doğuyor. Kurtuldu, yaşayacak!"

Yamalı bir yıldızdı ilerde ışıyacak.


İzin ver Selim biraz, Hegel, Fichte diyelim,

Felsefeyle ilişkin bir de ekmek yiyelim

Böyle byurdu Kargı, thus spake King Solomon

Yerindedir bu yargı, evet haklı Platon,

Felsefeyi seviniz, fakat koparmayınız.

Demekle özetliyor: bu dünyada yalnızız.

Özür dilerim senden bu sutunda açıkça,

Çoçukluk günlerimde kapılmıştım çocukça.


Kelimenin anlamı: sevmek demek Yunanca.

Filo. Sofyayı sevmek oluyor Filosofya.

Hatırlarsın pasajda Lefter'in meyhanesi,

Servis yapar, şarkı söyler; biraz kısıktı sesi,

"O Sofya mu, Sofya mu. Sensiz içmek olur mu?"

Kır saçlı laternacı biraz mahsun dururdu,

'İn nino veritas'. Ders sofistlerden Duzikos,

Tarih felsefesinde, 'Armoniko Muzikos...'


"Gene sapıttın Selim. Seni kim durduracak?"

Söylemiştim Süleyman: ben başlamazsam ancak

Durdurulabilirim. Ayrıca fakir dilim

Bağlı hece vezniyle, taş kesildi sağ elim.

Hecenin çarmıhına çivilenmiş ellerim.

Kafiye tanrısına kurban oldum. Efendim?

"bir şarkının sonuna kadar sabredemedin."

Bundan kaybediyorum, böyle olduğum için.



Ne olur tutma artık beni hece vezniyle

Allahın, senin ve tüm sevenlerin izniyle

Çözülsün zincirlerim, tutulan kol çalışsın.

Bir espri uğruna harcatmayın, alışsın

Selim Işık insana. Söylesin şarkısını

Kesintisiz, acemi. Ey ölü ruh! kıyam et!

Beğendin mi Süleyman?"Beğenmedim devam et."


İKİNCİ ŞARKI


Orta Asya'daki pembe elipsin içinden

Çıkan kırmızı oklara binerek, Bozkurtlar (kanatlı) Çin'den

Nasıl uçmuşlarsa Tanca'ya kadar,

Ben de (altı yaşımda) dar

Ve yüksek çamurluklu tenezzühle (Ford T modeli) Ankara'ya ulaştım

Sağ salim. 'Yağmur Çayevi'nin önünde dolaştım

Uyuşan bacaklarımı oynatarak Ankara'nın toprağında.

Taşhan,

Bana dünyanın en büyük meydanı gibi geldi.

Gözüne güneş gelmesin diye elini

Siper eden Mehmetçik heykeli ne güzeldi.

Ve büstlerinden yalnız göğsüne kadar tanıdığım Atatürk

Kabartmalı ve yüksek

Bir mermerin üstüne çıkmış atıyla.

(Böylece tanışmış oldum heykel sanatıyla.)

Baba, oradaki kadın sırtında ne taşıyor?

"Bomba." Neden? "Türk yurdu topyekun savaşıyor."

Savaş cephede bitti (yirmi yıl önce).

Oysa, bir türlü bitmez okul kitaplarından ince

Sesimle okudugum

Şiirlerde (Zafer Bayramı münasebetiyle)."Oğlum,

Bu ne Şeker ne de Kurban Bayramı,"

Derken babam haklıydı,

30 Ağustos günü elini öperek ondan

Para istedigim zaman.

(Babama şiir okumayı bile düşünüyordum o sırada.)


Babam şiir sevmezdi. Evimize arada

Gelen Mimar Cemil Uluer yalnız şiir yazardı.

(Babam bu adama nedense kızardı.)

"Bir kere, mimar değil bu herif.."

Diye başladı mı, hafif

Üzülürdü annem. "Canım Numan Bey

-bey derdi babama- bu kadar şey olma (şey derdi annem sık sık).

Adamcagıza yazık."

Mimar Cemil şiir bina ederdi.

Kışlık kömürü bizim evden giderdi.

Müsteşar Namık Beyi ziyaretlerinde de arz-ı hürmetleriyle

Ve kimin okdugu belli olmayan hikmetleriyle

Dolu kitabını sunar; bir kat giyilmiş elbise alır (yazlık).

Şair ve mimar olmaktan vazgeçtim (yazık).


Sevmedim okulu önce,

'Öğretmenim' tutmadı yerini annemin (bence.)

Beni çingenelere vermek istemeseydi

Babam, bir dev anası gibi

Görünen öğretmenden kaçardım (ne iyi olurdu).

Korkuyu

Bahçedeki huysuz ve parlak kanatlı

Horoz tanıttı bana.

Bir de öğretmenim Rana.

"Kulağını çekerim. konuşma, terbiyesiz,

Yakarım ağzınızı. çişim geldi derseniz.

Kırarım notunuzu haylazlık ederseniz.

Yarına satır satır ezberlensin dersiniz."


Yorganı attım üzerimden o gece,

Çıplak ayakla taşlara bastım o gece. Kırk derece

Ateşim çıksın diye bekliyordum. Sakın

Göndermesin babam beni okula yarın,

Olur mu Allahım. -Allahım diye başlamışken

Dua edeyim hemen:

Babama, bana ve nineme

Ve apartmandaki Baha Beye, karısına ve oğluna

Ve mahalledekilere ve rahmetli dedem Hüsrev kuluna

Ve Ankara'dakilere ve Türkiye'dekilere

Ve dünyadaki bütün iyilere

Rahatlık ver.

Onların içinde (varsa eğer)

Hırsız, fena

Ve kötülük etmek için insana

Fırsat bekleyenlere

VE beni azarlayan kapıcımız Kamber'e

Ve beni bahçede korkutan horoza

Ve ezberimi bilmezsem ceza

Verecek öğretmene

Rahatlık verme.

(Ceza vermezse rahatlık ver.)




Yeter

Bu kadar. Allah kızar sonra çok istersen.

Yalnız unuttum; ne olur rahatlık versen

Galatasaray oyuncularına. Yarın

Maçları var da; yenilmesinler sakın.




"Bu çocuk ne olacak böyle. Müzeyyen? Yaramaz

Olsaydı pısırık olacagına. Hiç kimseyle konuşmaz

Sınıfta. Tek başına koşar durur bahçede. Onu

Eve kapatmak doğru mu?

Çalışkan fakat korkak." Annem üzüldü

Fakat belli etmedi. 'Öğretmenim' çok güldü

Çarpınça ağaca 'Affedersiniz'

Dediğimi anlatırken. Annem sözü kısa kesti: "Dersiniz

Başlayacak. Vaktini aldım Rana.

İnşallah büyüyünce lazım oşur vatana."

Olmadı kimseye lazım. Aranmadı

Aramayınca.

Okul boyunca

Ne futbol takımına alındı, ne sınıf mümessili olabildi.

Nedense bir yönüyle -belki de her yönüyle- saf kalabildi.

Yalnız bir korku kaldı kuşkuyla karışık;

Sonunda kötü bir şey olur korkusuyla yaşadı Selim Işık

Her olayı. Eski bir yara izi içinde sızladı, her eğilişinde

İnsanlara. Dünyaya bir daha gelişinde

Çocuk ve korkusuz yaşamak ister sürekli.

Büyümek, yalnız tutunanlara gerekli.

İkinci gelişinde çırıl çıplak dolaşacak

Kelimenin bütün anlamıyla çırıl çıplak




Hep birlikte (son sınıflar) toplandık arka bahçede.

"Çıktık açık alınla'yı söyledik bir agızdan

Müzik sınavıydı bu (toptan).

Herkes pekiyi aldı, imtihan iyi gitti

Son günüydü okulun, müjde ilkokul bitti.




Yaz sıcagında evde

Canı sıkılmasın ve

(Zararlı ilişkileri olmasın sokakta)

Kış günü

Eski hastalığının izlerini taşıyan göğsünü

Üşütmesin düşüncesiyle

Eve kapandığı zaman -yani okul dışındaki bütün saatlerde-

Divanda otururdu

Durmadan dergi okurdu.

(Siz 'libidonun Ölümü'

Filmini gördünüz mü?)

Binbir Roman, Yavrutürk,

Çocuk Haftası. "Büyük

Adam olacak." Misafirler saygıyla bakar yüzüme,

Sevgili büyüklerim: işte size bir manzume


Sabah erken kalkarım

Ne yüzümü yıkarım

Ne sokağa çıkarım.

Kışın soba yakarım

Yazın camdan bakarım

Hayattan yok çıkarım.




Öğlen olur yemek yerim

Fırçalanmaz hiç dişlerim

Acaba ne yapsam derim

Kovboy filmine giderim

Dönünce kızar pederim.




Akşam olur güneş batar

Babam hep anneme çatar

Cici çocuk erkenden yatar

Hayat sıkıcı ne kadar.




ÜÇÜNCÜ ŞARKI


Siz de benim gibi,

Günleri

Sevgiyle isteyerek

Değil de, takvimden yaprak koparır gibi gerçek

Bir sıkıntı ve nefretle yaşadınızsa, Ankara güneşi sizin de

Uyuşturmuşsa beyninizi. Ata'nın izinde

Gitmekten başka bir kavramı olmayan

Cumhuriyet çocugu olarak yayan,

Pis pis gezdinizse (o sıralarda adı Opera Meydanı olan)

Hergele Meydanı'nda bu sarı ve tozlu alan

İğrendirmediyse sizi,

Bir taşra çocugu sıfatıyla özlemeyi bilmiyorsanız denizi,

Kaybettiniz (benim gibi)

Oysa,

Aynı Hergele Meydanı'nda

Gölgede on beş, güneşte yedi buçuga tıraş eden

Berberleri görmeden

Yalnız renkli yanını yaşadıysanız hayatın

Ve hergele ve beygir olduğunu duymadıysanız atın

Sakalı uzamış seyyar satıcılara kese kağıdı satmadınızsa,

İçinde aüt ve salebin olmadığı 'donduma kaymak'tan tatmadınızsa

(Aynı Hergele Meydan'ında)

Kazandınız. (Kimse yoktu -çirkinlikten başka- Selim'in yanında)

En bayağı ve en müstehcen

(Fakat fiyatı ehven)

Romanları kiralamak içingecesi beş kuruşa

Samanpazarı'na çıkan yokuşa

Değilde sağa sapın. Etiler'in at oynatmış oldugu Ankara'da

Hamalların gittiği Sümer sinemasıyla aynı sırada,

Pardayan, Pitigrilli ve Fantoma

Ve Hayber Kalesi ve Tahir ile Zühre bir arada

Yığılmış bir tezgahın üzerine. 'Geceleri Okumayınız'

Orhan Çakıroğlu'nun maceralarını.

Selim Işık, dünü bugünü yarını

İşte bu ortam içinde öldürdü.

Eksiklik duygusunun acısıyla güldürdü.

Ucuz düşüncelerindeki ucuz düzen, ucuz romanların ucuz yaşantısı

Ucuz huysuzlukların ucuz saplantısı

Ucuz ucuz ucuz ucuzdu.

Dalgın, sinirli, suskun huysuzdu.




Altımızda kalabalık bir aile otururdu.

Masasının üzerinde bir kuru kafa dururdu,

Ortanca oğulları tıp talebesi Saffet'in

(Sırıtan kabustu benim için.)

Ne olur şu kuru kafayı kaldırınız

Beni korkutmaya yok hakkınız

Herkes doktor olamaz ki,

Siz bana iyisi mi

Nazım'dan şiirler okuyun.

Hani şu 'Culus-u Humayun'

Diye sözlerini pek anlamadığım

Fakat mısralarının sesini sevdigim şiir,

Bir de 'Ölüme Dair'

Sonra da Liszt'in İkinci Macar Kampanasını

Ve Puccini'nin Tosca Operasını

(Canım, mandolinle çaldıgım arya)

Çalarsınız gramafonda.




Bir yumuşama gelir yüzüne

Kafatası durur gene

(Fakat bir tülbentle örtülü)

Caruso'nun eski plakta hırıltılı sesi duyulur yalnız

Sonra tıp talebesiyle kurşun asker oynarız.




Cranium fibula radius

Sacrum patella carpus

Nasıl ezberlenir Allahım

Arapça dua eden insanın Latince kemikleri?

Saffet kulun anatomiden çaktı,

Selim kulunla oynamayı bıraktı.

Alt katta bir kiracı daha: Ecmel Karakaş

Ve garı meşru karısı (yavaş

Söyle duymasınlar). Bana yüz vermiyor bahçede güzel kızı

(Oysa bahçede geçirdim bütün yazı)

Dut ağacına çıkıyor benden kaçarak,

"Sen de arkasından çıksana ahmak!"

Daha daha: pısırık, beceriksiz, korkak.




En üst katta, karrşımızda, Airf Beyin refikası

Laima Hanım ut çalardı (Sarahaten acaba söylesem darılmaz mı?)

İster taşrada ister İstanbul'da olsun

İster burnunuza mangal dumanı dolsun

İster merdiven sahanlıklarınızda

Kalorifer dairesinden gelen linyit kokusu,

Hepsinden daha kuvvetli ve etkilidir dokusu

İçinize işleyen 'alaturka'nın. Küçük yaşta içirilir yavaşça

Derinin altına (çiçek aşısı gibi). Arkadaşça

Sokulur okşayarak,

'Sine-i suzanımı' eder helak

Pek tesiri duyulmasada gündüz

(çünkü o saatlerde ya kahvede vakit öldürürüz,

Ya da paydos zilini bekleriz dairede)

Saat beş oldu mu, bin altı yüz kırk sekiz metrede

Ve bilmem kaç kilosıklda başladı mı yayına Türkiye Postaları,




Yatağında zevkle inletir hastaları

Hemen fasıl heyeti,

Duyulur dört bucagında yurdun. Akşam nöbeti

Tutan sınrdaki erden,

İki kere mars oldu üstüste diye, terden

Pantolonu iskemleye yapışan pişpirik İsmail'e kadar

Herkesin cigerine mikroplu havayla birlikte dolar.




Sırtı hafif kamburlaşmış ve dar göğüslü

Tamburlardan yavaşça yayılır havaya, akşamüstü.

Efendiyi ve uşagı birlikte mesteden

Makamdan makama ve besteden

Besteye geçerekten

"Tek tek ataraktan bade süzerekten"

'Çıkmam Allah etmesin meyhaneden'

Çıkmam korkusuyla alaturkasıyla beni kahreden

İçki Evinden, ölmeden önce.

Bence

Alyuvar, akyuvar, bir de alaturkadan mürekkeptir kanımız'

Dinlerken sıkılsada canımız,

Nasıl birşeydir (acaba güzel midir?)

Kim bilir.




Benim kanıma giren başka bir sanat:

Darülbedayi'de tuluat.

(Taşırım bugüne izlerini.)

Annem, ölü doğurduktan sonra ikizlerini,

Bana gebe kaldıgının yedinci ayında,

Tepebaşı'nda, tiyaronun salaş sarayında

(Darülbedayi'de) Hazım'ın 'Lüküs Hayat' oyunuda,

O kadar gülmüş, o kadar gülmüş ki, sonuda

Korkmuş, birşey olacak diye karnındaki Selim.

Oysa Selim, bildiginiz gibi, elim

Olmak isterken gülünç oldu bu sayede

Büyük bir inhiraf oldu gayede.




DÖRDÜNCÜ ŞARKI




Baharın son günleri; kömürlükler arasında

Çamaşır ipleriyle kesilen

Üç ağaclı bahçemizin yanındaki papatyalı arsaya bitişik

Sert kaldırımlı ve yokuşu dik

Yolda, ayakkabılarımın burnunu

Çarpmamaya çalışarak sekiyorum.(Becermek mümkün değil bunu.)

Bir satıcı eşeğinin küfeleriyle sığmadıgı dar

Boğazı aşıyorum

Ve servi ağaçlarıyal kasvet

Ve daha birtakım ağır duygular veren

Küçük meydana ulaşıyorum.

Burada duvarı yıkık

Bir mezarlık ve içinde bir türbe,

(Yıllar sonra gördügüm Karacaahmet Mezarlık Bankasının -tövbe de-

Yanında küçük bir hesap sayılırdı.)

Türbenin parmaklıklarına düğümlenmiş çaputları.

Sudan çıkarılmış bir ölünün parmaklarına takılı

Yosunlar gibi görürdüm. Ve duvarın önündeki kara çalı,

Bana ölümün taştanlığını anlatan bir hocaydı kara sakallı.

Çarpık mezar taşları arasında,

Ölülerin besledigi çimenlerin ortasında

Türbedeki taş tabutlar kadar

Kayıtsızsca uzanmış çocuklar.

(Korkuları yaşları kadar)




Oysa,

Saffet Ağabeylerdeki ortanca hizmetçi Güldüm Abla,

Anlatırken ne biçimde gidilir cehenneme

Ve bakarken namaz kılan anneme

Bir eksiklik duyardım ölümün icaplarına dair

İçimde. Şair

Ve mimar Cemil Uluer, buruşuk derisi ve dişsiz ağzıyla

Gülsüm Abla daher akşam vaazıyla

Korkuturdı beni. Hayattayken sağ elle burun silmenin

ve öldükten sonra kıyamette,

(Cehennemde veya cennette)

Her kılında bir mızıka bulunan Deccal'in eşeğini bilmenin

Günah olduğunu öğremiştim.

Zavallı Selim, zavallı Selim,:

Kendi kendimi yerdim

Ne yapmalı, ne yapmalı, diye

Oysa küçük hizmetçileri Hediye.

Boş verip bütün cezalara,

Hazreti Yusuf'un kuyuya çektigi ezalara,

Adem'in buğday ağacından memnu meyveyi

Yemesine -yoksa elma ağacı mıydı?-

Kıyamet günü yanlışlıkla çevirince başını

Mızıkalıı eşeğin sesine, nasıl yanılacagına, kaşını

Fazla almanın da ayrıca günah olduğuna,

Sağ ellle temizlenen bütün pisliklerin cehennemde

Boğazına dolduğuna

Yüzünü çok yıkayan kadının

Bu nedenle alnının yazısını okuyan kadının

Başına gelenlere

Aldırmazdı. Şu karşıki apartmandaki Helen'lere

Kaçarak dudaklarını boyardı.

Benimse çok daha ciddi niyetlerim vardı.




Türbenin hemen yanında, gene dar bir sokakta,

Kerpiç bir evde, fakir arkadaşım Sabri'yle, sıcakta,

Ter ve yıkanmış kilim kokan odasında konuşuyoruz.

Pencereden giren güneş sefaleti keskinleştiriyor.Temmuz

Ayının bitkinliği ve ölüm korkusu

Kelimeleri ağırlaştırırken, terimi siliyorum

Dinsel bir korkuyla. Daha. 'Eüzü minşşeytanıracim'i bilmiyorum

Başlamak için duaya. Sabri bir din adamının yavaş

Hareketlerini taklit ediyor. Bende saygılı bir telaş,

Namaz surelerini ezberlemekle geçiriyoruz

Bizi ölüme yaklaştıran zamanı. Yıl bin dokuz yüz kırk dokuz.




Ankara'nın bütün küçük kubbeli camilerini

Ve kararmış kiremitli mescitlerini dolaştık.'İnna ateyni

Kelkevser, Fesalli lirabbike ... hüvel ebter.'

Körpe dizlerde derman biter

Yatsı namazında, yanlış mırıldanılan kelimeler sırasında

Palabıyıklı, sakallı ve yırtık çoraplı cemaat arasında

Dini bütün iki Türk çocuğu yatar kalkar.

Sürekli (kendine amansız.) İlahiler, dualar...

Allahım peşinde

Yirmi bin fersah. Temmuz güneşinde, ağustos güneşinde,

Kirli şadırvanların çamurlu taşlarına

Uzatırlar ayaklarını yalnız başlarına.

Tozlu ayakları çamurlaştıran sular,

Avuç içinden bileklere, dirseklere kayar.

Hangi elimle yıkayacaktım hangi kulagımı?

Ne tarafa dönecektim "Selamlasana sağını!"

Pabuçları çalarlar mı dersin Sabri?

Duydun mu gazetedeki haberi

Pabuç hırsızlarına dair ?

"Haydi Selim, herkesle brlikte çevir

Sola başını." Neden Sabri bu ilahiyi öğretmedi bana?

Hiö olmazsa biraz dudaklarını oynatsana!

Şol cennetin ırmakları akar Allah deyu deyu.

Öğle namazında güneş yakar Allah deyu deyu.

Geç katıldı bu kervana, Allahım yakındır sana,

Bir o yana bir bu yana, bakar Allah deyu deyu.

Burası Allah yapısı, açılsın cennet kapısı,

Bu imtihansa hepisi çakar Allah deyu deyu.

Bu kervanda herkes yaya, rastlanmaz beye, ağaya,

İnsan aklını duaya, takar Allah deyu deyu.

Dualar bağlı toprağa, düşünce saplı batağa,

Gene camiden çıkar sokağa Allah deyu deyu.




Selim Işık yaz dindarı, yetti ona bu kadarı

Cemaat kışın ne yapar, bilmez artık o kadarı

Hacı Bayram Camisi'nin çevresindeki küçük evlerden birinde.

Yeni bir rüzgar esti (Olumsuzluk rüzgarı). Yokluk Tanrısını emrinde.

Yeni bir savaşa katıldı bütün kavgaların yedek neferi Selim

(Ben neyim, ne değilim?)




Herkes mutlu ve sorumsuz

Herkes olumlu, ben olumsuz.

Yaşıtlarım artık uzun pantolon giymenin

bağımsızlıgını yaşarken

Okulun paydos ziliyle hemen sokaga taşarken

Yıkıcı fikirleriyle aklımın ince örgüsünü karıştıran

Otuz üç yaşında benimle söz yarıştıran

Nihat Ağabeyin yanında işim neydi?

Gene böyle yıldızlı ve ılık bir geceydi

Kardeşim Süleyman; "Hiç, ama hiçbirşey yapmadık," derken

Karşımda, bardak bardak koyu çay ve paket paket ucuz sigara içerken

Çırpınıyordum: Dumlupınar, Sakarya

İstanbul'un fethi, Kosova

Birden başını kaldırıp gülümseyiverdi

Kara bıyıklarının arasından ışıyan beyaz dişleri

Bütün inançlarımı eritti.

Anlıyorsun, bilinç, inanç, bugünün sözcükleri

O, şuur ve tahripten bahsederdi.

Bunca Türk büyüğünün -bir kitaba göre elli kadardı-

Kazandığı bütün savaşları kaybettim orada,

(Ahşap evin beyaz perdeli odasında)

Ne Mohaç, ne Mercidabık, ne yeni, ne sabık

Zaferlerimiz dayanamadı. Yalnız kromda ve güreşte birinciydik artık.

Eski kahramanlklardan başka

İleri sürecek neyimiz kalmıştı dokuz yüz kırk dokuzda.

Selim Işık yenilmişti, bitmişti.

Neyse tam o sırada , Marşal Amca yetişti.




BEŞİNCİ ŞARKI



Tutunamayanların destanıdır bu şarkı

Dostum Süleyman Kargı.

Eller boşta kalıyor, tutunamıyorlar toprağa

Anlatamıyorlar anlatılamayanı.

Anlatmak gerek: Düşman sarmış her yanı

Oysa, mesela Selim Işık

Anlatmadan anlaşılmaya aşık.

Böyle adama

(Darılma ama)

Yaklaşmaz hiçbir güzellik,

Doğduğu günden bu yana kalbinde bir delik,

Almak için bütün sızıları içine.

Her zaman utanmıştır başkalrı yerine.

Elim varmıyor yazmaya, inmeyelim derine.

Taş devri, Sabri devri, Nihat devri, Tunç devri

Aşık oldu -söyleyemez- utanç devri.

Hep utandı hayatı boyunca,

(Annesi yıkamak için soyunca)

Sınıfta birinci olduğu gün, eve geç kaldım, diye üzüldü.

Canı sıklıdı güldü, kalbi incindi güldü.

Allahı ya da ona engel olan gizli kuvvetleri

Hiçbir zaman kızdırmak istemedi.

Küçük pazarlıklar yaptığı,

Camide korkarak taptığı

Zamanlarda sürdürdü bu uzlaşımcı varlığı.

Annesinin yün fanilasına taktıgı nazarlığı

Çıkaramadı yıllar boyunca. İlk defa domuz eti yerken

Arkadaşlarını ısrarlarıyla geneleve giderken,

Hep ONUNLA (O kimdi?) bozmamaya çalıştı arayı,

İki gün oruç bile tuttu bir Ramazan ayı.

(Sapı silik ve tutuk bir tabancaydı.)

Bir gün ölürse, ona vatan bir mezarlık yer verecek.

Oturdu bir destan yazdı; kendini yerecek.

Sazını ve cesaretini aldı eline (bütün cesareti,

Daha kötü bir şeyler olması korkusundadır).

Canını dişine takarak,

Yazılmış eski destanlara bakarak,

Sözü uzattı durdu.

İşte şöyle buyurdu:

Numanoğlu Selim derler adımız

Gürültüye geldi her feryadımız

Nedense tamamdır itikadımız

Dikilen her kumaş bol gelir bize



Çocukken güneşin tadını bilmedik

Büyüdük kadının tadını bilmedik

Bizi anlayacak kadın bilmedik

Sevgisiz bir hayat çöl gelir bize



Bize öğretilen her söze kandık

'Yasaktır' 'Memnudur' dendi, inandık

Hep 'Girilmez' levhasına aldandık

Bu tutulan, yanlış yol gelir bize



Benim cefalı yarim kafamdır

Divanda düşünmek bütün safamdır

Mülkiyet benimçün büyük evhamdır

Senin olanları nideyim gayrı



Dostun vefalısı bütün isteğim

Kız peşinde olan dostu nideyim

Her an yaşamalıyım kendi gerçeğim

Kendi içimdeki indeyim gayrı


Dostlar dedi: bu can bizden değildir

Düşman kırdı, oysa buzdan değildir

Çare yok dünyadan gideyim gayrı


Bana ilham getirdin

(Hem de yaktın bitirdin)

Ey! Elesius dağlarından esen rüzgar

Kıssamız burada biter

Bu kadar.
BİR COĞRAFYADIR İNSAN
Yalnızlık insanın coğrafyasıdır
bir dalın kırılırken çıkardığı ses
bir yaprağın sararıp kuruması
yalnızlıktandır hep.
Ağaçlar
acemi bir kuş konunca dallarına görürler
ama
en çileli yalnız olduklarını bilmezler
insanın coğrafyası da
tarihiyle büyür
kaç İstanbul fethederseniz edin
o kadar yalnızsınızdır içinizde
hiçbir İstanbul
yalnızlık kadar büyük değildir.
sevdalanmak
iki kişinin ebruli halidir,
yeni bir rengidir yalnızlığın
hep
geç kalmışlığın tarihiyle beraber
üst üste çekilmiş resimlere benzer
denizin mavisi durduk yerde soluyorsa
suya değdir yüreğini
esirgeme.
Aşık olmak
kendini sorgulamaktır aslında.

13 Ekim 2016 Perşembe

İnsan zayıf güçsüz izansız yaratılmışsa buna yaslanıp yaşamak mı gerek?Ağaçların altından sözsüz geçmek,üstüne akan çam recinelerinin akıttığını toplayamamak ,gece öten kuşa derdini,yavaşça suya giren ördeğe suyu soramamak ne zor.Bir kainatın aptalı geliyor mu diyor şu iri taş ,çam bana mı silkelendi.

10 Ekim 2016 Pazartesi

Tepeden yuvarlanan taşın yol alışı ,öğle güneşi , sıcak , darlaşan ikindi ,hayat bazen  işte bir hışırtı , bir kuşun iç çekişi ,uzaktan bir kanat sesi ,acaba o çobanlar ,bir zamanlar dağdan dereden kayarak geçenler ,yerde  bir kiremit parçası , birinin yere düşmüş bir parça anısı  ,kimden kime bir hayal olarak kalacak.İnsan kendini kime ne olarak bırakacak?

4 Ekim 2016 Salı



attila ilhan

bir namlu kımıldadı kurşun su gibi aktı
trafik lambaları yeşilden sarıya geçtiler
birden nasıl düştüm farkına varamadım
ayaklarımdan tutup sanki yere çektiler
meğerse vurulmuşum seni görünce anladım
yüzün cam yeşili gözlerin bütün ıslaktı

sevim senden başka bir kızla çıkmadım
ışıklar nereye saklandılar bilemiyorum
dudakların gölgeli gittikçe gölgeli
gittikçe yalnızım galiba ölüyorum
kurşunun fena bir yerime değdiği belli
ağzım kurumuş kan içinde bıyıklarım
uzandığım kaldırım gündüzden sımsıcaktı

sağa sola savrulmuş ders kitaplarım
bunlar benim miydi bunlar benim miydi
ölümün yaklaşması hayatı değiştiriyor
tuhaf şey dünyaya nasıl yabancılaştım
oysa sevişmek güzel çalışabilmek iyi
fakültede boykot yarın sona eriyor
sınavlar belki de öbürgün başlayacaktı

sevim senden başka bir kızla çıkmadım
sevim seni sevdim yeri geldi söylüyorum
şöyle bir dokunman insanı dinlendiriyor
kimde var bu soyulmuş muz güzelliği
bu gece derini gözler içinden çıkamadığım
belleğime işlenmiş bu başak inceliği
biraz daha sokulsana galiba ölüyorum
içimde ağır ağır bir çınar devriliyor
yoksulum mutluluğum seninle yaşamaktı

karanlık bir tren sonra ansızın kalktı

29 Eylül 2016 Perşembe

BÜYÜK İSTİFHAM ÜZERİNDE

1. şimdi sen olsan.
..
ilk sonbahar yağmuruyla oturduk hayli dertleştik
ben camın önündeydim o arkasındaydı
sen izmir taraflarında uzakça bir yerdeydin

dünden bugüne çektiklerin eksilmedi dedi yağmur bana
eksilmeyecek dedi bugünden yarına
bir hiçliğin koynunda istifham gibi büyüyeceksin
sual sorduğun herşey senden sual soracak
bitirdim sandığın vakit başladığını göreceksın

yağmurun altında insanlar biçimsizdiler
şimdi sen olsan ortalık şenlenecekti
sanki birdenbire ışıklar yanacaktı
oysa ben içimdeki kandili söndürecektim

2. gözlerimi kapasam
gözlerimi kapasam
akşam
bir karanlığın dibinden gözlerin ağzıma bakıyorlar
ellerimi yüzümü yıldızlarla yıkayorum
saçların boynuma sarılıyorlar

gözlerimi kapasam
sen boylu boyunca yanıbaşımdasın
dişlerinin arasında bembeyaz bir nilüfer
alevleri bile öpebilirmiş gibi
güçlü ve gururlu ağzın
beni öptüğün zaman erkek seni öptüğüm zaman kadın
yanıbaşımdasın

gözlerimi kapasam
senin için bir mısra tasarlasam
bir renk düşünsem
başımı senin dizine koyduğumu uyuduğumu düşünsem
çocuğunmuşum gibi saçlarımı okşadığını
kocanmışım gibi yakama çiçek taktığını
bir yağmur şehrin bütün seslerini öldürse
sen ve ben günün yirmi dört saatını öldürsek
boğazlasak
ellerin göğsüme girse avuçlayıp kalbimi koparsa
sımsıcak ben senin kanına girsem
kalbine kurulup otursam

gözlerimi kapasam
rüzgârın kapıları derhal açılacak
dağbaşlarının temkinli sessizliğiyle sonsuzluğu dinleyeceğiz
kendimizi inkâr edeceğiz
hele inkârımızı büsbütün inkâr edeceğiz
bütün münkirler günde beş vakit bizi inkâr edecekler
bir kibrit aydınlığında çatılmış kaşlarını göreceğim
jiletle çizilmiş gibi keskin
ince
içimde kanlı bir ihtilâl kopacak
dudakların bir akşam üstü dudaklarıma değince
kadehim kırılacak
münkirlere müminlere küfredeceğim

3. iki elin kızıl kanda
sökülüp
salkım salkım leylekler gelirse ilkbahar olur
kül mavinin yanına kirli sarı gelirse
sonbahar
sen benim yanıma gelirsen
kıyamet olur
bir damla gözyaşı okyanus boşluklarını doldurur
senin gözyaşların beş kıtayı eritirler
hünerli ellerin yeni bir dünya yaratırlar
gözlerimden milyonlarca yıldız çoğaltırsın
milyonlarca defa bakabilmem için
geceleri sana bir saniyede
parmaklarımdan istifhamlar çoğaltırsın
her ağacın dalına bir istifham asarsın
ölüme mahkûm eder beni asarsın
ben tutar seni asarım
karanlıkta kalmış çocuklara döneriz
artık ben diye bir şey kalmamıştır
sen diye bir şey yoktur
hiç gelmemişe döneriz
korkarız

gözlerine baktığım zaman
sonsuzluğu görebilmeliyim
parmaklarım dudaklarında dolaşırken
sonsuzluğa dokunmalı
konuştuğun zaman
sonsuzluğun sesini dinlemeliyim
bir istifham gibi eğilip
seni bir istifham gibi öpmeliyim
elimden ne gelirse yapmalıyım
bir tevrat bir incil bırakmalıyım
beni bir dağ başına koymalılar
başıma bir dağ koymalılar
anama avradıma sövmeliler
sen duymalısın
iki elin kızıl kanda olsa
gelmelisin

4. sen olmadığın vakit
sen olmadığın vakit büyük yalnızlığım var
dalgaların kendilerini taştan taşa vurmaları
sonbahar yıldızlarının sessiz sedasız çırpınmaları
ve büyük yalnızlığım var
biliyorsun hani o
rüzgârın gözüne karanlık bir yelken gibi açtığım
içimsıra vahşi bir kadın gibi taşıdığım yalnızlığım

sen olmadığın vakit o denizde
şarabım tuzlu bir lezzet kazanıyor
avuçlarımda bir ateş yanıyor
bir çift insan gözü
hırsızı iti uğursuzu
köpek gözü toz ve toprak
bir kadeh quantro bir kadeh rom bir kadeh yağmur
avuçlarımda ve çırılçıplak
sen olmadığın vakit ben de olmuyorum

o denizde gördüğüm sen
benim için bir şarkı söyleyecektin
hazırdın gitarını bir çocuk gibi dizlerine yatırdın
kanada'lı üç tayfa tezgâhın içine girdiler
karanlık kıllı kollarıyla şarkının içine girdiler
kavga çıktı birbirinin çenesini kırdılar
o denizde gördüğüm sen
benim için bir şarkı söyleyecektin
ağlayacaktın
görecektim
sıradan bir şarkı söyleyecektin
kanada'lı tayfalar kahrolup öleceklerdi
ben de ölecektim

5. değil mi ki...
şehrin üstünde tozlu bir ay silkinmektedir
mevsim yaz olmuş sonbahar olmuş ne umurum
değil mi ki o büyük istifham üzerindeyiz
birbirimizi seviyoruz
ve sevgimizden şüphe ediyoruz

ATTİLA İLHAN

28 Eylül 2016 Çarşamba


GÖZLERİYLE CELLAT

kalın mavi camdan bir duvara çarptım
hay allah / gözleriniz değil miymiş
üç gün üç gece oturdum resmini yaptım
bir de baktım paletimde mavi boya bitmiş
çünkü ne yeşim mavisi ne kum mavisiymiş
gizemli yanı dolu / hayli karışık bir iş
neden sonra lacivert anaforlar saptadım
arada pırıltılar leylak rengi meneviş



böyle göz mü olurmuş galiba karıştırdım
korkulu bir yolculuk bu / bir cehenneme iniş
mavi ala dönüşüyor biraz da mor yakaladım
ince bir yürek telaşı bir göğüs geçiriş
hayranlık korkuyla sanki yer değiştirmiş
bir ıslık duyuyorum jilet gibi bilenmiş
hain fısıltıları birden anlayamadığım

sehpanızın altındayım idamıma hükmedilmiş

14 Eylül 2016 Çarşamba

Ömür öyle ya da böyle tükeniyor.Ne "Eller havaya bu bir soygundur " ne de ""Ateş etme silahsızım"diyebiliyorum zamana


İnsanların ,onlarınkine benzemeyen dünyalara tahammülleri yoktur oysa.Yakamozu hayran hayran izlerler de ,ay pencerelerine konsa ödleri kopar.Bu yüzden kendi dünyam cam misketken ,demir bilye gösterdim insanlara...

Ateş Etme Silahsızım

12 Eylül 2016 Pazartesi



RÜZGÂR GÜLÜ

önümden çekilirsen istanbul görünecek
nerede olduğumu bileceğim
sisler utanacak eğilecek
ağzının ucundan öpeceğim
saçına kalbimi takacağım
avcunda bir şiir büyüyecek
nerede olduğumu bileceğim


bu çıplak geceler yok mu
bu plak böyle ağlamıyor mu
camları kırmak işten değil
delirecek miyim neyim
kirpiklerimden mısra dökülüyor
kenya'da simsiyah yalnızım
yoksul bir şilepte gemiciyim
malezya'da yük bekliyorum
önümden çekilirsen istanbul görünecek
nerede olduğumu bileceğim


gözlerini söndürme muhtacım
ben senin aydınlığına muhtacım
yepyeni bir ilkbahar harcayıp
bir yaz boğup bir sonbahar harcayıp
rüzgâr gülünü arayacağım
oran'da pernanbouc'ta tombuktu'da
vinçler yine akşamları indirecekler
yine karanlığa bulaşacağım
gözlerin rüzgârda savrulacak


ikimiz iki sap buğday olsak
sen benim olsan ben senin olsam
bir gece vakti aklına gelsem
uykunu tutsam bırakmasam
seni kucaklasam kucaklasam
birbirimizin kalbini dinlesek
dünyanın kalbini dinlesek
büyük ateşler yaksalar
iki güvercin uçursalar
nerede olduğumuzu bilsek
BEN SANA MECBURUM 
Ben sana mecburum bilemezsin 
Adını mıh gibi aklımda tutuyorum 
Büyüdükçe büyüyor gözlerin 
Ben sana mecburum bilemezsin 
İçimi seninle ısıtıyorum. 

Ağaçlar sonbahara hazırlanıyor 
Bu şehir o eski İstanbul mudur 
Karanlıkta bulutlar parçalanıyor 
Sokak lambaları birden yanıyor 
Kaldırımlarda yağmur kokusu 
Ben sana mecburum sen yoksun. 

Sevmek kimi zaman rezilce korkuludur 
İnsan bir akşam üstü ansızın yorulur 
Tutsak ustura ağzında yaşamaktan 
Kimi zaman ellerini kırar tutkusu 
Bir kaç hayat çıkarır yaşamasından 
Hangi kapıyı çalsa kimi zaman 
Arkasında yalnızlığın hınzır uğultusu 

Fatih'te yoksul bir gramofon çalıyor 
Eski zamanlardan bir cuma çalıyor 
Durup köşe başında deliksiz dinlesem 
Sana kullanılmamış bir gök getirsem 
Haftalar ellerimde ufalanıyor 
Ne yapsam  ne tutsam nereye gitsem 
Ben sana mecburum sen yoksun. 

Belki haziran  da mavi benekli çocuksun 
Ah seni bilmiyor kimseler bilmiyor 
Bir şilep sızıyor ıssız gözlerinden 
Belki Yeşilköy'de uçağa biniyorsun 
Bütün ıslanmışsın tüylerin ürperiyor 
Belki körsün kırılmışsın telaş içindesin 
Kötü rüzgar saçlarını götürüyor 

Ne vakit bir yaşamak düşünsem 
Bu kurtlar sofrasında belki zor 
Ayıpsız   fakat ellerimizi kirletmeden 
Ne vakit bir yaşamak düşünsem 
Sus deyip adınla başlıyorum 
İçim sıra kımıldıyor gizli denizlerin 
Hayır başka türlü olmayacak 
Ben sana mecburum bilemezsin. 
SİSLER BULVARI

elinin arkasında güneş duruyordu
aylardan kasımdı üşüyorduk
ağacın biri bulvarda ölüyordu
şehrin camları kaygısız gülüyordu
her köşe başında öpüşüyorduk

sisler bulvarı'na akşam çökmüştü
omuzlarımıza çoktan çökmüştü
kesik birer kol gibi yalnızdık
dağlarda ateşler yanmıyordu
deniz fenerleri sönmüştü
birbirimizin gözlerini arıyorduk

sisler bulvarı'nda seni kaybettim
sokak lambaları öksürüyordu
yukarıda bulutlar yürüyordu
terkedilmiş bir çocuk gibiydim
dokunsanız ağlayacaktım
yenikapı'da bir tren vardı

sisler bulvarı'nda öleceğim
sol kasığımdan vuracaklar
bulvar durağında düşeceğim
gözlüklerim kırılacaklar
sen rüyasını göreceksin
çığlık çığlığa uyanacaksın
sabah kapını çalacaklar
elinden tutup getirecekler
beni görünce taş kesileceksin
ağlamayacaksın! ağlamayacaksın!

sisler bulvarı'ndan geçtim sırılsıklamdı
ıslak kaldırımlar parlıyordu
durup dururken gözlerim dalıyordu
bir bardak şarabda kayboluyordum
gece bekçilerine saati soruyordum
evime gitmekten korkuyordum
sisler boğazıma sarılmışlardı

bir gemi beni afrika'ya götürecek
ismi bilmiyorum ne olacak
kazablanka'da bir gün kalacağım
sisler bulvarını hatırlayacağım
kırmızı melek şarkısından bir satır
lodos'tan bir satır yağmur'dan iki
senin kirpiklerinden bir satır
simsiyah bir satır hatırlayacağım
seni hatırlatanın çenesini kıracağım
limanda vapur uğuldayacak

sisler bulvarı bir gece haykırmıştı
ağaçları yatıyordu yoksuldu
bütün yaprakları sararmıştı
bütün bir sonbahar ağlamıştı
ağlayan sanki istanbul'du
öl desen belki ölecektim
içimde biber gibi bir kahır
bütün şiirlerimi yakacaktım
yalnızlık bana dokunuyordu

eğer sisler bulvarı olmasa
eğer bu şehirde bu bulvar olmasa
sabah ezanında yağmur yağmasa
şüphesiz bir delilik yapardım
hiç kimse beni anlayamazdı
on beş sene hüküm giyerdim
dördüncü yılında kaçardım
belki kaçarken vururlardı

sisler bulvarı'ndan geçmediğim gün
sisler bulvarı öksüz ben öksüzüm
yağmurun altında yalnızım
ağzım elim yüzüm ıslanıyor
tren düdükleri iç içe giriyorlar
aklımı fikrimi çeliyorlar
aksaray'da ışıklar yanıyor
sisler bulvarı ayaklanıyor

artık kalbimi susturamıyorum

6 Eylül 2016 Salı

Aslında dış yaşantılarım çok fakir olduğu için,herkesin büyük bir titizlikle sakladığı bilinçaltı zenginliklerimi açıkça ve utanmazca kullanarak bitirdim.

T.O 332

1 Eylül 2016 Perşembe

Ben küçükken babam beni bir tabelacının yanına çırak vermisti burada, Erdek'te. derken bir gün, bir cuma vakti, beni dükkânda bırakıp namaza giden adamcagız, orada kalp krizi geçirip ölüvermisti. Dükkân birilerinin aklına ta gece yarısı geldigi için, o saate kadar bir sandalyenin üstünde beklemistim öylece. Onunla yaptığımız tabelalardan birini gördüm meydana çıkarken. Demek ki insan, yaşıyorsa nasıl olsa iz bırakıyor, bir zeytincinin paslanmıs tabelasında bile olsa. İlla birilerinin kalbini dağlamanın lüzumu yok iz bırakmak için demek ki. Yanımda olsaydı ona da anlatırdım bu cuma namazı hikâyesini, tabelayı gösterip. Sonra tabelacılığın eskiden nasıl bir sey oldugunu, nasıl yapıldığını, simdikilerin her seyi bilgisayardan çıkarıp hazırladıgını, bu isin asıl o zamanlarda marifet sayıldıgını anlatırdım. Ne çok severim karsımdakinin hiç bilmedigini anladıgım bir seyi uzun uzun, yaya yaya anlatmayı. hayran hayran bakardı bana, sussam öpüverecek gibi. Off! git aklımdan n'olur!
Olduğu Kadar Güzeldikkkk

22 Temmuz 2016 Cuma

Yanlış anlamayın beni n'olur! Sizinle birlikte olmaktan ötürü mutsuz değilim.Tersine ,bu beni mutlu ediyor.Benim mutsuzluğumun kaynağı burada olmak.
"Ama benimle buradan başka bir yerde birlikte olamazsın ki..."
"Bazı sevgiler imkansızlıklarıyla vardırlar  ya Şahmeran"dedi Camsap.
"Kim bilir belki sevgi imkansız bir şeydir ya Camsap dedi Şahmeran...

9 Temmuz 2016 Cumartesi

uyanıyorum küstah sözcüklerle:
 Ey, iki adımlık yerküre
 senin bütün arka bahçelerini
  gördüm ben!

Düşünebiliyorum....
Nilgün Marmara

7 Temmuz 2016 Perşembe

“Beni affedin efendim. Bir yanlış anlama da olabilir ama, beni siz mi çağırdınız? Bana siz mi ‘Gel’ dediniz?”
Eflatun’u tepeden tırnağa süzen şeyh ona şu cevabı verdi:
“Biz insanlara ‘Gel’ diyenleriz. Doğru yere geldin.”
Sevince kapılan Eflatun, kendisine gülümseyen şeyhe şu soruyu sordu:
“Peki niye beni çağırdınız? Bir emriniz, bir ihtiyacınız mı var?”
Gözlerinin içi gülen şeyh, usül gereği, kalkmadan önce yeri öptü ve “Evet,” dedi. “Senin temiz kalbine ihtiyacımız var. Bazıları var ki buraya gelir ve huzur bulur, yine bazıları var ki buraya gelir ve bizler onda huzuru buluruz.”

19 Haziran 2016 Pazar

Ne zaman beni göremezsen 
Arkana döndüğünde
Yalnızlığın o zaman başlayacak


Ben eşikleri seviyorum
Kirpikleri ,parmak uçlarını 
Dumana batmış sözleri;
İçeriyi de dışarıyı da 
Güzel gösteren eşikleri

 Derin Kesik
Şükrü Erbaş
İnsanlara saatleri anlatmak isterdim.Mekanizmalarının inceliğini ,yayların korkunçluğunu ,çarkların karanlığını.Şimdi kimse saat nedir farkında bile değil.Belki bunun için insanlar kederli,belki bunun için hikayelerini bile anlatmıyorlar.Akreple yelkovanın arasında nasıl bir can vardır,hissetmiyorlar bile .İnsanlara saatlerin sırrını anlatmak isterdim.O zaman uykuda uyanır gibi dünyaya gözlerini açarlardı.Kederlerinden kurtulur,belki kendi hikayelerini anlatabilirlerdi.
Bana dokunmayan yılan bin yaşasın diyen insanların ayırdında olmadıkları bir gerçek var ki :Bir gün ,yani uyanma günümüz geldiği gün ,bütün yılanlar dokunacak.

Cenk Hikayeleri


16 Haziran 2016 Perşembe


Ona "norgunk" desem belki de hemen karşılık verir; "teslarom" der gülerek.

11 Mayıs 2016 Çarşamba

KURULMUŞ BEBEK

Bunlardan önce, ah, evet
Bunlardan önce sessiz kalınabilirdi
Saatler boyunca
Ölülerin bakışı gibi sabit bir bakışla
Dalınıp kalınabilirdi bir sigaranın dumanında
Dalınıp kalınabilirdi bir fincanın şeklinde
Halıdaki renksiz bir çiçekte
Duvardaki belli belirsiz bir çizgide
Kuru el ayalarıyla
Perde bir tarafa çekilebilirdi ve görülebilirdi
Sokaktaki yağmurun hızla yağdığı
Renkli, küçük uçurtmasıyla bir çocuğun
Ayakta durduğu, bir kemerin altında
Eski bir at arabasının boş meydanı
Aceleyle, hayhuylar arasında terk ettiği

Devamlı aynı yerde kalınabilirdi
Perdenin yanında, ama kör, ama sağır

Bağırılabilirdi
Gayet yabancı bir sesle, gayet yabancı bir sesle
“Seni seviyorum”
Güçlü bir adamın kollarında
Güzel ve sağlam bir nesne olunabilirdi
Deriden yapılmış sofra gibi bir vücutla
Sert ve iri göğüslerle
Bir sarhoşun, bir delinin, bir berduşun yatağında
Bir aşkın temizliği kirletilebilirdi
Zekayla aşağılanabilirdi
Hayret verici tüm bulmacalar
Sadece bulmaca çözülebilirdi
Sadece saçma bir cevap bulunarak hoşnut olunabilirdi
Saçma bir cevap, evet, beş veya altı harflik
Bir ömür oturulabilirdi
Öne düşmüş bir başla
Soğuk bir mezarın ayakucunda
Meçhul bir Tanrı görülebilirdi
Zayıf bir inanç birkaç kuruşla bulunabilirdi
Mescidin odaları çürütülebilirdi
“Ziyaretname” okuyan yaşlı adamın yaptığı gibi
Sıfır misali; toplamadaki, çarpmadaki, çıkarmadaki
Sonuç daima aynı olunabilirdi
Gözlerim kahrının kozasında
Yıpranmış bir ayakkabının renksiz tokası sanılabilirdi
Su gibi kendinin derinliklerinde kurutulabilirdi
Bir anın güzelliği, utançla
Şipşak çekilmiş gülünç bir siyah beyaz bir fotoğraf gibi
Sandığın diplerinde saklanabilirdi
Bir günün boş kalmış çerçevesinde
Bir mahkum veya bir mağlubun ya da bir idamlığın resmi asılabilirdi
Posterlerle duvardaki çatlaklar kapatılabilirdi
Daha uyduruk resimler katılabilirdi
Böylece kurulmuş bebekler olunabilirdi
Kendi dünyalarının camdan gözleriyle görebilirlerdi
Bezden bir kutuda
Saman doldurulmuş bir bedenle
Senelerce danteller ve pullarla iç içe uyunabilirdi
Her bir elin anlamsız sıkışıyla
Sebepsiz bağırılabilir ve denebilirdi
“Ah, çok memnun oldum.” 
 Furuğ Ferruhzad

14 Mart 2016 Pazartesi

 "Ne yaparlardı? Nasıl yaşarlardı? Nereden geliyorlardı? Nereye gidiyorlardı? Kimse bilmiyordu. İşte böyle bir masaldı. Bilge'nin aklından bu masaldan geriye, sadece kendi ağlaması kalmıştı albayım. Oysa Hikmet ağlayamıyordu. Oysa, Bilge gibi ağlayabilseydi, açılırdı. Ağlayamadığı için kapanmıştı, içine kapanmıştı, gecekonduya kapanmıştı. Aşkın göz yaşları onu bırakmıştı. Aklın göz yaşları onu bırakmıştı. Bununla birlikte sonuç çok acıklı oldu; fakat sebebi anlaşılamadı.İyi tahliller yapılamadı kahramanlar yerli yerine oturtulamadı, çevre iyi verilemedi, birçok güzellik anlatılamadı, olaylar sonuna kadar götürülemedi. Bu yüzden oyunların güzelliği de anlaşılamadı. Satıldı, fakat ücreti ödenmedi. Son dakikada bir aksilik çıktı; dava esastan bozuldu. Bir yanlış anlaşılma olmuştu. Affedersiniz yanlışlık olmuştu: Hikmet değil Fikret'ti. Mesela böyle bir şeydi. Affedersinizdi."

11 Mart 2016 Cuma

«Bu çekişmeler, işin başındaydı doktor. Şimdi her organım, kendine uygun eşler seçerek durumu kurtarıyor. Bütün organlarımın hayali iyi işliyor albayım.- Beynim, dünyanın en yetenekli bedeniyle birlikte yaşıyor; ötekiler de cam kırıklarıyla dolu beynimden kurtuldular ve yerine bir şey koymadılar, böylece daha rahat yaşıyorlarmış, ha - ha. Fakat sonunda birbirleriyle uyuşamayan bir sürü Hikmet çıktı ortaya. Bilmem ki bu Hikmetleri bir arada size nasıl anlatsam?»

10 Mart 2016 Perşembe

Hüsamettin Bey, yün donunun paçalarını, çorabının içinden kurtardı, «Anlaşıldı,» dedi, «Sen, temsiline bir an önce başlamak istiyorsun. Dikkat et: Sonu hicran olmasın. «Nasıl bir şey olsun albayım?» «Bizi, senin de anlamadığın şu felsefenden kurtar da, nasıl olursa olsun.»
 Herkes, Bilge gibi bu masal dünyasında gerçek yerini almaya başlarsa, gecekondunun, emekli albay Hüsamettin Beyin, dul kadının ve çocuklarının ne değeri kalırdı? Hikmetin gecekonduda kurduğu dünya, birden fakirleşmişti. Hikmet, tehlikeli bir teşebbüste bulunmuştu Bilge'yi getirmekle. Gecekondudakileri çıplak bir ışığın altında görünce ne yapacaktı Hikmet? Onlar da, yazmağa çalıştığı oyunların kahramanları gibi, güneşe çıkınca toz olmayacaklar mıydı? Hüsamettin Bey bütün bunları, düşünmeden, bir anda hissetti; Bilge de, bilmediği bir akışın içinde, uygun olmayan bir yerde bulunduğunu sezdi. Bir süre, konuşmadan oturdular. Albayın durumu sarsılmıştı:
Mütercim Arif'çiğim ,diye düşünerek keyiflendi.Nedense Mütercim Arif'in aleyhine bir durum hasıl olunca ,gene bundan Arif'in lehine bir neticeye varırdı.Arif bunu da bilir diye düşünürdü.

9 Mart 2016 Çarşamba

 Hikmet de, eşyalarının bir türlü dolduramadığı salonda bütün gece yalnız başına düşünüyordu. Sonra bu zaman, düşünmek için ona fazla geldiği için okumaya başladı. Bazen, bir iki arkadaşın da yanılıp uğradığı oluyordu. Sevgi'nin uyumuş olduğunu ve Hikmet'in tek başına okuduğunu görenler, yeniden bu evle ilgilenmeğe başladılar. Üstelik Hikmet, okudukları üzerinde fikir yürütmeğe de başlamıştı. Yavaş bir sesle —karısı uyanmasın diye— kitaplar hakkında değişik sözler ediyordu. Galiba Hikmet artık dinlendi gibi sözler ediyordu Hikmet'e duyurmadan...
Böyle şeylere aldırmıyorlardı; zaten, aldıracak çok az şey kalmıştı. Sevgi, hiç bir şeye aldırmadığı halde, erkenden uyukluyordu. 

8 Mart 2016 Salı

Hayır, kelimeler aldatıcıydı; kelimeler, bizi gerçeklerden uzaklaştıran küçük tuzaklardı. Sevgi, o gece daha birçok şey düşündü, birçok şey hissetti. Neler olduğu sorulursa 'şey' kelimesinden başka türlü tarif edemeyeceği bir sürü şey. Allahım, dedi sonunda; ne olurdu bütün bu 'şey'leri anlatabilecek gücüm olsaydı.
Beyaz gömlekliler Tarikatının en aşağı mertebesinde bulunan hademeler başlarını  sallıyorlardı: Üstadı âzamlar sadece 'Enteresan Vakalar ile ilgilenirlerdi. Yani, hastayakınlarının anlayacağı dille 'Ümitsiz Hastalara bakarlardı. Bilim bu demekti. Böyle, ölüme yakın talihli hastaların çevresinde asistanlardan, mütehassıslardan meydana gelmiş kutsal bir daire bulunurdu. Ve bu 'Enteresan Vaka'dan, bütün insanlık için mutlu bir sonuç çıkarılırdı. Bilim bu demekti...
 Milyonlarca insanın kurtulması için çalışan bir tıp devi olarak, zavallı bir tozun hayatı için endişelenen önemsiz bir molekülden başka bir şey olmayan hastayakınlarını  küçümseyici bakışlarıyla ezip geçiveriyorlardı. Bu şaşkın kalabalığa; üzerinde hiç bir şey yazmadığı için arkasında neler olup bittiği belli olmayan bir kapının aralığından saydam tül gibi süzülerek kayboluyorlardı. Üzerinde tabelalar bulunan kapıların gerisinde de genellikle canlı bir varlık bulunmuyordu. Vakit çoktu, bekleniyordu. Tecrübeli hastayakınlan, üstü yazısız kapıların önünde birikiyordu. Sonra, durmadan bekleniyordu. Fakat aman Allahım! Ne kadar çok bekleniyordu...
İhtiras kelimesini düşündü Sevgi, bir süre. Hayır, düşünmedi: Hayvanat bahçesine ilk defa götürülmüş bir çocuk gibi baktı bu vahşi kelimeye. İhtiras, basitlik ve bayağılıktı. İhtiras, babasının gülünç tavırlarla giyinip, sokak dişilerinin peşinden koşmasıydı. İhtiras, Selim Bey gibi bir insanın bile, onu yüzüstü bırakan bir kadın için, gece yanlarına kadar kan ter içinde koşuşmasıydı; nefes nefese koltukları , kanepeleri, dolapları, masaları eve taşımasıydı; bir gün her tarafını otlar bürüyen bahçeye yüksek duvarlar yaptırmasıydı: Sesi unutulan karışık zil tertibatlarıyla evi donatmasıydı. İhtiras, Sevgi'den çok daha güçlü insanların sonunda bu küçük ve güçsüz ve üşüyen kızdan daha bitkin, daha yorgun düşmesiydi. Oysa, Selim Beyin yarım kalan parçaları gibi küçük şarkılar yazılabilirdi,birbirine karşı çıkmayan yumuşak yaşantılar anlatılabilirdi. 'Olağanüstü' gibi bir kelimenin hırpalamayacağı sıcak dünyalar kurulabilirdi. Oysa ihtiras, insanın başkalarında, koltuğunda otururken bile hissettiği üşütücü bir hastalıktı. Hafifçe ürperdiğini hissetti.
Bu zayıf, bu soluk, bu yerinden kalkacak hâli olmayan, bu fransızca roman okumaktan başka bir şey bilmeyen kadın, nasıl olur da bu kadar direnebilirdi? Bu kuvveti nasıl bulabilirdi? Süleyman Turgut Bey o anda karısından ve onunla birlikte bütün kadınlardan, erkeğe zayıflığını hissettiren bütün budala ve inatçı kadınlardan, yani bütün kadınlardan, hepsinden, hepsinden nefret etti. 
Her söze atılan insanların telaşından rahatsız olurdu. Kendisini koruması gerekiyordu: Hayatta güçlüklerle karşılaşıyordu. Okulda aceleyle söylenen yanlış sözler, alaylara yol açıyordu. Durgun, tutuk ve suskun insanlar, bir yerde rahat bırakılıyordu.Onlarla uğraşmaya değmez  deniyordu (küçümseyici bakışlarla). İnsan zamanla bu bakışlardan kurtulabilirdi. Uzun ve zahmetli bir çalışmayla herkes utandırılabilirdi. Herkes bir yerde, bir anda takılabilirdi. Beklemesini bilenler, herhalde bu dünyada bulunan (bulunması gereken) insanüstü bir kuvvetin gözünden kaçmazdı. Kendilerine yazık edenler, zamanın her şeyi nasıl halledeceğini bilemeyenlerdi.

7 Mart 2016 Pazartesi

Kadınlarla oynanmaz;hemen canları sıkılır.Bir kere rollerini ezberleyemezler ,sonra "sen gerçekten oynamak istiyor musun canım?" diyerek insanın aklını karıştırırlar.
Sizi seviyorum Bilge .Adınızı çok beğendim ,benim de adım Hikmet.Ben buraların yabancısıyım.Gecekondu da ya da meyhanedeki gibi yürütemiyorum işleri?
 Fikret aptaldı; çünkü, odada ikimiz başbaşa kalınca, karıları mutfakta yemek hazırlayan iki kocanın konuşmalarına sürüklemeğe çalışıyordu beni. Sevgi aptaldı; çünkü şarkı söylüyordu mutfakta, zafer şarkısını. Fakat onu perişan ettim; kazandığı zaferler yüzünden mahvettim onu. Ha-ha. Böyle zaferler kazanmağa çalışmasaydı sonumuz, başka türlü olurdu albayım...
... şu makaleyi nasıl buldun canımı, arkadaşların canımı sıkıyor canımı, ben bu akşam biraz dışarı çıkmak isteyebilir miyim canımı, o canımı, bu canımı, her türlü canımı hep önce bana söylettin. Ve sonra, yargılarıma katılmadın...
T.O 91
 Bu asteğmen, fazla kitap okuduğu için hapse düşmüş. Hapse düşmesi aslında daha karışık bir yoldan olmuş ama, işin başı gene bu kitap okumaya dayanıyor. 
T.O 57
 Bunun dışında küçük sıkıntılar, sobanın tütmesi, pencerelere hamurla yapıştırdığımız gazete kâğıtlarının orasından burasından yırtılması ve küçük üşütmeler aslında üzerinde durulacak kötülükler değildir. Üzerinde durulacak asıl mesele, askerin generalle konuşmasıdır...

4 Mart 2016 Cuma

Tolstoy, düşündüklerinizi yazmaya değer bulmuyorsanız yazmayın, diyor. Siz öyle bulamazsanız, gerçekten yazmaya değmezmiş. Tolstoy’a karşıyım. Yazıyorum. Bu, ancak beni ilgilendirir. Bu, beni ilgilendirir ancak. Hepsini birden dinledik zamanında ve hiçbirine yaranamadık. Eksik olsunlar artık.
Montaigne, kötü davranışlardan, istemediğiniz için kaçının, diyor: beceremediğiniz için değil. Beni ne güzel açıklıyor. Ben de diyorum ki: Sayın Montaigne ve sizin gibiler! Canınız cehenneme! Sizin haklı olmanız bana hiçbir şey kazandırmıyor. Köşemde kıvrılıp ölüyorum işte. Siz de sevimli akrabalarım kadar yabancısınız bana. Adınız Marki bilmem ne de olsa... 
Odadaki bütün ışıkları yaktım, banyonun kapısını açtım. Bütün gece onun gelmesini bekleyeceğim herhalde. Beni uykuda yakalamasına izin vermeyeceğim. Onun kıskançlığından da bıktım usandım: kitap okumamı istemez, düşünmemi istemez, oyun seyretmemi istemez. Böyle bir baskıya gireceğimi bilseydim daha önce evlenirdim. 
 Bir insanın sizin için endişelenip sararmasının güzel bir yanı vardır. Bir yandan da benim için üzülmesi, kendimi rahatça düşünmeme engel oluyor. 
 Kafatasımın çok inceldiğini hissediyorum. Yürürken çok dikkat ediyorum: bir yere çarparsam sanki dağılacak. Camdan bir kafanın içinde ağır bir beyin: başımı taşıyamıyorum. Çıkıntılı yerlerden geçerken korkuyorum. Berbere gittim. Binayı pürüzlü bir sıvadan yapmışlar: sıvanın sivri uçları beynimi delecekmiş gibi geldi. Berber de yüzümü yorgun buldu. Sakalım zor tıraş ediliyormuş. Biraz konuşsaydık belki o da evlenmemi tavsiye ederdi. Ben parçalarımı bir arada tutmak için olağanüstü bir çaba harcıyorum: tutmuş benden ne istiyorlar. Selim gibi görünmenin bana neye mal olduğunu bir bilseler. 
Akıldan uzaklaşmak istiyorum. Aptalca duygulanmaktan korktuğum için çevremi akılla doldurmuşum. Aşktan, üzüntüden bahsedebileceğim aptal insanları arıyorum. 
Sağlam olan yanlarımı, bildiğim bir dille anlatıyorlar. Hastalığıma gelince, Latince’ye başvuruyorlar. Onlara güvenim kalmadı. Kendi başımın çaresine bakacağım...
Gelin, hep birlikte, önce yaşarken öldürelim beni. Aklıma geldiği zaman bile ürperdiğim yaşantılarımı ortaya koyalım: didik didik edelim. Ondan sonra ölümün bir anlamı olur benim için. Sizin de işinize yarar: benim gibilerden sakınırsınız bundan sonra. Hayır işinize yaramaz. Ortalıkta dolaşmanızdan, pek zarar görmüş bir durumunuz sezilmiyor. Belki de gizli gizli zehirlemişimdir sizleri. Gelin, hep birlikte yapalım şu işi: acımasız, soğukkanlı. 

3 Mart 2016 Perşembe

 Karısına yorgun gözlerle baktı. Nermin, gazeteyi yavaş bir hareketle elinden bıraktı. Turgut, onun sakin, meraklı yüzünü, biçimli ellerini, koltuğu çapraz kesen bacaklarını inceledi. Sonra hemen yoruldu, gözlerini kıstı: karısının görüntüsü hafifçe bulandı, uzaklaştı. Şimdi Nermin salonun çok uzak bir köşesinde oturuyordu. Turgut için: yüzlerce metre uzakta. Parmağını gözbebeğinin altına batırdı: bir Nermin yerinde kaldı, bir Nermin de, karısına benzeyen bir renkli gölge de, yukarı aşağı oynadı. İşte bir hayalden ibaret: parmağımla oynatabildiğim bir şekil
Olur şey değil! Hüsnü Beyle Mürvet Hanımın biricik oğlu, modern mimarlığın en üstün yapıtlarından sayılan küçük burjuva tapınağının sayısız cilalı tuğlalarından biri, bir karı ve iki çocuğun sorumlu saymanı, KayalıMehmetliHulkiBeylikapıcılıbakkallı- arabalı karmaşık ağın ana düğümü Turgut Özben parkta, paranızı paranız kadar artıran bir bankanın adını üzerine dağladığı bir bankın üstüne oturmuş düşünüyordu...
 lütfen beni bir kere dinleyin beni bir kere dinlerlerse bütün karışıklıkların dü- zeleceğine inanıyordum kendimi o kadar haklı görüyordum ki bütün aksaklığın bilmemelerinden doğduğunu sanıyordum bir kere dinleselerdi beni oysa dinleyenler de oldu neyse geçelim bunu 

2 Mart 2016 Çarşamba

Turgut, Günseli’nin sustuğunu görünce telaşlandı. “Ne olur, hep anlatın,” diye yalvardı. “Ne olur hiç susmayın. Buradan sıkıldınızsa başka yere gidelim. Siz yolda da anlatın. Her şeyi anlatın. Ne durumda olduğumu bir bilseniz...” Durdu, gülerek: “Selim ne derdi şimdi?” diye sordu. Günseli, iri gözlerini açtı, çocuksu bir gururla: “Ne durumda olduğunuzu bilseydim, hamiyetten gözümün yaşını tutamazdım, değil mi?” “Gördünüz mü, benden saklayacak hiçbir şeyiniz olmamalı.” “Doğru. Hem o kadar yalnızım ki.”
Selim de can sıkıcı ve hayal kırıcı görünüşünün, insana yeni heyecanlar ilham etmeyen pısırıklığının farkındaydı. Her gece yatakta bu durumdan kurtulmak için Allah’a yalvarıyordu: omuzları biraz daha genişleyemez miydi? Gittiği partilerde bir kenarda oturup surat asmamak için acaba ona dans öğretilemez miydi? Allah, Selim’e dans öğretmeye pek niyetli görünmüyordu. Her şeye kadir olduğu halde böyle küçük işlerde bile kullarına yardım etmiyordu. Üstelik bu işlere Metin’i memur ediyordu ve Metin de Selim’in beceriksizliğiyle alay ediyordu: Selim’in hiçbir şey öğrenemeyeceğini söyleyerek gülüyordu. Selim ise, kendini Metin’e beğendirmek için çırpınıyordu. Bir yandan da Allah’a başvurmayı ihmal etmiyordu: çok zayıftı, biraz daha kuvvetlenemez miydi? Metin, izci takımında trampet çalıyordu, Selim de trampet bölüğüne alınamaz mıydı? Allah susuyordu.

1 Mart 2016 Salı

 Birdenbire uykudan, rüyadan çıkıp, kendini bir kadının yanında, bir yatakta buluyordu gece yarısı. Kendine gelemiyordu. Buraya nasıl geldim Olric? Yüz yıl uyuyan adam gibi yabancı gözlerle süzüyordu çevresini. Zamanı bulamıyordu. Kendini bulamıyordu. Uykunun rahatlığından şuursuzca fırlatılmış garip bir yaratıktı. Sus, diyordu, kendi kendine. Sus, kimse duymasın. Sonu kötü olacak. Sen Turgut’sun. Turgut Özben. Hiçbir şey hissetmiyordu. Ellerini sıkıyordu acıtırcasına
 Neden, aynı yaşantının içinde bulunan insanlarla hiçbir ilişki kuramaz oldum? Neden, neden, neden? Sorular, çengeller gibi, soru işaretleri gibi kafasına takılıyordu.
 ‘Tanrım! Hep önsözlerde kalıyorum!’ Durmadan yakınırdı: ‘Biraz daha ilerleyebilsem, hiç olmazsa ‘Giriş’e kadar gelebilsem!’ Ellerime sarılırdı: ‘Bana yardım edin dostum! Bütün kitapların neden yazıldığını, yazanların kimlere teşekkür borçlu olduğunu, bu kitabı yazma düşüncesinin onlara nasıl geldiğini, bu kitabın ne gibi bir boşluğu dolduracağını, hepsini biliyorum. Sonra ne oluyor? Anlatın bana.’
Öyle kolay değilmiş, değil mi? Kolay olsaydı biz yapardık. Yapmadığımıza göre, bizim de kendimize göre bir bildiğimiz var. Biz de okuduk onları. Onlardan, dediğin anlam çıkmaz. Çıksaydı, biz bilirdik senden önce.
 Sen gelinceye kadar yaşamıyor muyduk? Öyle mi diyorsun? Yanılıyorsun. Herkesin bir işi gücü var, bugüne kadar bellediği bir usul var. Herkesin bir yataktan kalkışı, bir yemek yiyişi var. Senden akıllıları var, senden yaşlıları var, senden tecrübelileri var. Bu kadar adamın düşünemediğini sen mi buldun? Dur bakalım, dur bakalım hele. İki satır öğrendin diye herkesi cahil mi sanıyorsun? Bağırıp çağırarak gözümüzü mü korkutmaya çalışıyorsun? Ben bilmesem de bir bilen vardır elbette. Bu kadar atılışı, saldırışı, yıkışı sana bırakırlar mı? Dur bakalım, dur hele. Nereden geldin, nereye gidiyorsun? Belgelerini, izinlerini, tanıklarını, yeteneklerini göster bakalım. Seni buraya kim soktu, kim izin verdi sana bütün bunları söylemen için? Bir yanlışlık olacak. Kapıcıyı çağırın. Nasıl boş bulunmuş? Dışarı çıkarın şunu: etrafa bu kadar saldırmasına göz yummayın. Herkese, ne yaptın? ne yapıyorsun? neye yarar bunlar? demesine fırsat vermeyin
 Esat: “Selim, onunla konuşmayacak,” dedi. “Selim, artık onun gibilerle hiç konuşmayacak. Aynı yanlışlığı bir daha yapmayacak. Burada olduğu halde ona görünmeyecek. Böyle insanlar Selim’i bir daha göremeyecek. O, artık, kendisini sevenlere görünecek yalnız.” 
“Selim’i anlatır mısınız bana?” dedi birdenbire. “Hayır, önce kendinizi anlatın. Selim’in yakın dostu olduğunuzu biliyorum. Neden buraya geldiğimi merak ediyorsunuz. Belirli bir nedeni yok. Selim’i unutamadığım için geldim diyelim. Hayır, önce unuttum. Sonra unutamadım.” Susarsa, sanki her şey bitecekmiş gibi, aklına geleni söylüyordu. “Belki siz de unuttunuz, ya da herkes gibi üzüldünüz ve sonra... sanki ben başka türlü mü yaptım? Onu gerçekten kaybetmenin acısını anlayabildim mi? Aradan aylar geçti. Ne kadar geçtiğini bile tam bilmiyorum. Ben ne yaptım? Hayır, bundan bahsetmeyelim. Fakat, bu kadar zaman sonra, daha dün ölmüş gibi telaş göstermenin, onun arkadaşlarını aramanın garipliği... artık üzülemez mi insan? Buna kimseyi inandıramaz mı? Onu bana anlatın... bana yardım edin, diyemez mi? Çünkü onu sevenler, onun böyle kaybolup gitmesine razı olamayacaklardır. Herkes bir yerinden tutup canlandıracaktır onu. Mesele onun ölmesi değil, ya- şamasıdır benim için. 

29 Şubat 2016 Pazartesi

 Bütün ayrıntıları henüz bilmiyorum. Onu tanıyanları sorguya çekmeliyim. Onların gözlerinin içine dudaklarının kıvrımlarına kadar bakarak Selim’in bıraktığı izleri öğrenmeliyim. Tabiat, sırlarını bakmasını bilene açıklarmış. Yorulmadan, bıkmadan, görünüşe kapılmadan bakmalıyım ben de. Yenilgilerden usanmamalıyım. Selim’in parça parça olmuş resmini yapıştırmalıyım. Selim ne yaptı? Hep düşündü mü? Bunu öğrenmeliyiz. Ölmüş, çürümüş, soluk, yarısı kaybolmuş hayalleri; kenarları sararmış, eksik, kopuk, silik, dağılmış, iplerle tutturulmuş hatıraları; dosyaların, rafların, hafızaların köşesinde kalmış yaşantıları bulup çıkarmalıyım: tozlarını silkelemeliyim...
Turgut’un bilmediği bu arkadaşlar da Selim’e aynı şekilde davranırlardı. Selim, Esat’ın arkadaşlarını tanımaz; Esat, Selim’in arkadaşlarını istese de tanıyamaz. Casus gibi, kimseyi  kimseye tanıtmaz. Selim’e öyle gelirdi ki bir gün bu insanlar bir araya gelecekler; önce karşılıklı bakışıp susacaklar. Konuşacak söz bulamayacaklar. Sonra Selim’i suçlayacaklar ve dolayısıyla birbirlerini. Bu adamla nasıl arkadaşlık ettin? Bu adamla mı dostluk kurdun? Bahsetmediğin değerli arkadaşın bu muydu? Bu aptala gitmek için mi o gün bize gelmedin? Sonunda birbirlerini hoş görseler de beni affetmezler, derdi fakir Selim. Sonunda herkes beni suçlayacak bir sebep bulur. Ne istiyorlardı senden Selim? Belki sen çok şey istiyordun onlardan. Verdiğinin hiç olmazsa küçük bir parçası kadar bir şeyler istiyordun. Sonunda kaçıyorlardı. Hayır, sen kaçıyordun. Hayır kaçmıyordun: insana ihtiyacın vardı. İnsanı arıyordun canım kardeşim. Bunda utanacak ne vardı?
Bir kadın... rahmetlinin varislerinden. Uzak bir ülkede, kimsenin tanımadığı bir çocuğu olması gibi. Vasiyetname açılacak. Herkes toplanmış. Avukat elini zarfa uzatıyor. Odayı derin bir sessizlik kaplamış. Kimse başını kaldıramıyor. İşte tam bu sırada, kapamayı unuttukları kapı, yavaşça açılıyor. İçeriye bir genç giriyor. Bütün gözler ona çevriliyor. Kim bu? Nereden gelmiş? Oğlu, onun oğlu! Karışıklık. Her kafadan bir ses çıkıyor. Hakkı yok, tanımıyoruz, meşru varisleri var, vasiyetname var ortada, hiç bahsetmiyor ondan, biz yanındaydık, yakınındaydık, bilirdik, bilmeliydik. O hiç konuşmuyor. İri gözlerini açmış bakıyor. Beni bulamadığı iyi oldu. Onu hiç tanımamış olduğum için, kim bilir ne kadar utanacaktım. Nasıl bir kadın acaba? Güzel mi, akıllı mı? Ne önemi var? Ona ait değil mi? Onun bir parçası değil mi? Bütün parçalar bir araya gelince acaba resim tamamlanacak mı? Parçalar... nerede parçalar?
 Onlardan farkımızı anlamazlar ki. Onlar diye bir şeyi nereden bilsinler? Hükümetçe bizim gibilere nişan verilmeli. Bana verilmeli. Metin’e verilmemeli. Burhan’a verilmemeli. 
Gecenin sıcağında buharlaştı, eridi; yoldan geçenlerin elbiselerine, ruhlarına sindi. Otomobillerin açık pencerelerinden girdi, şoförlerin derilerinin altına işledi. Şoförler, ellerini radyolarının düğmelerine uzattılar, hafif müziği kapayıp Arap istasyonlarını aramaya başladılar. Şoför Emrullah, derisinin altına şarkının girdiği yeri, orta parmağının, direksiyon sallamaktan sertleşmiş eklemini, hafifçe kaşıdı. Hafif bir zehirlenme. Aynı parmakla gözünü kaşıdı; aynı parmakla başını kaşıdı. Sarhoşların şarkısı, kelebek camından dışarı uçtu. İçerlemişti: beni Arap müziğiyle karıştırıyorlar, diye söylendi. 

24 Şubat 2016 Çarşamba

Bugün için bilinemeyen bazı gerçekler, bazı üstü örtülü olaylar, küçük ya da büyük bazı topluluklara  gösterilen ilgisizlikler, tarihin tozlu raflarında unutulduğu için hemen önemi sezilmeyen yaşantılar ve yanlış yorumlamalar nedeniyle sınıflamalarda alt katta kalmış insanlar güneş ışığına çıkarılabilseydi (bu güneş bile bildiğimiz güneşe benzemeyecekti elbette) Selim’in yalnızlığının sadece bir görünüşten ibaret olduğu anlaşılacaktı. Tarih, işine gelmeyen bütün belgeleri, Selim ve Selim gibilerden gizlemişti. Tutarlı bir tarih felsefesinin zorunlu olduğu endişesi, birçok gerçeğin, bile bile bir yana bırakılması sonucunu doğurmuştu. Başka türlü olamazdı. Selim’i, geçmişten ve gelecekten ayırmaya kimsenin hakkı yoktu. Bunun hesabı sorulmalıydı, sorulacaktı. Dün, bugün ve yarın, onun yaşantısıyla birleşmeliydi. Dünü, bugünü, yarını yalnızlığının dışında yaşamalıydı Selim
Yataktan fırlayarak kalktı, pencerenin önüne gitti. Perdeyi aralayarak dışarı baktı: pis bir aralık! Hemen yanında birbirinin üstüne yığılmış evler. Az gökyüzü. Sen o kadar yıl oku, didin; mektebini bitir... sonra çöplük gibi bir yere bak. İnsan ruhu... 

15 Şubat 2016 Pazartesi

Ben iki kitapla olağanüstü işler başarırım: iki kitapla... İki kitap. İkisi tanışsalardı, nasıl bakarlardı acaba birbirlerine? Ben Danimarka prensi Hamlet, siz kimsiniz? Aferin oğlum Hamlet, sen bu yolda devam et. Soylu olduğu için biraz yukardan bakacak elbette. Öteki, beyaz harmaniyesinin içinde kaybolmuş; yalnız yüzü görünüyor. Hangi dili konuşacaklar? Biri Danimarka dilini bilmez: yok, muhakkak bilmez. Hamlet sakalsız ve bıyıksız. O bilir mi İbranice? Öteki, inadına sakallı ve bıyıklı. Fakir, anadilinden başkasını bilmez. Berber yüzü de görmemiş fakir. İkisinin bir ortak yanı yok mu? Var elbette. İkisi de babası için savaşıyor. Kim beni memnun ederse, yukarıdaki babamı da sevindirmiş olacaktır. Hamlet, ben babanın ruhuyum.. Ey zavallı ruh! İntikam alma meselesinde anlaşamıyorlar. Ben, herhalde Hamlet’e yakınım. Fakat Selim’in intikamını alacak yerde Ofelya Magdalena’nın bacakları arasında yatıyorum. 

 Hiçbir şey istemiyorum. Münir Nurettin Selçuk istiyorum: Beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın. Hedda Gabler’in en sevdiği şarkı bu. Hiç ...