24 Aralık 2010 Cuma

Sessiz sedasız okuyorum burada. Hikmet'e bakılırsa okumam da duyuluyormuş. Gözleriniz çok ses çıkarıyor albayım, diye geldi bir gece yarısı. Üşenmemiş; pijamalarını çıkarmış, giyinmiş.
Hakikaten okuyordum tesadüfen. Albayım, gene mi tarih? diyerek azarladı beni. Ben de ona
diyorum ki: Gecenin bu saatinde neden kendini eziyete soktun? Sıcak yatağından çıkmanın ne
faydasını gördün? Siz de, bir işe yaramadığı halde durmadan okuyorsunuz diye karşılık veriyor
bana. Elindeki gelincik paketini, yazı masasının altındaki çöp sepetine attı. «Hayatımı
yeknesak buluyor. Bütün gün bana eski günleri anlattırır, sonra beğenmez.
Bütün hayatım ayıklamakla geçti, gene de bitiremedim süprüntüleri atmayı. Bankanın çirkin defterini buldum. Allahtan kimse görmüyordu yaptıklarımı. İşimde de bunun için yalnızdım; herkese, istediğim yanımı gösteriyordum böylece.

22 Aralık 2010 Çarşamba

Kenan, Selim’in okulda tanıdığı ilk insandı. Turgut’un onları ilk farkettiği gün, sıranın üstüne birşeyler yazıyorlardı. Turgut’un canı sıkılıyordu o gün. Dersten çıkıp gitmek istiyordu. Onlarda bir canlılık, bir kıpırdanma görerek öne doğru eğildi. Yalnız sırtlarını görüyordu. Sonra, bir sırt, yavaşça sola dönerek bir insan biçimine girdi, diliyle parmaklarını ıslattı ve ıslak parmaklarıyla sıranın üzerindeki yazılardan birini sildi. Hiç konuşmuyorlardı. Turgut, merakla sordu: “Affedersiniz, ne yapıyorsunuz orada?” Uzun boylusu başını çevirmeden karşılık verdi: “Sıkılıyoruz.” Turgut, bu sözden ümitlenerek yavaşça yanlarına kaydı ve sıranın üzerine yukardan aşağı yazılmış sayılara anlamadan baktı. “Vakit geçirme oyunu oynuyoruz,” dedi uzun boylusu. “Ve başarıyoruz da. İyi bir şekilde olmasa da geçiriyoruz vakti. Kenan saat tutuyor, ben de yazma işini yürütüyorum.” Turgut tekrar sayılara baktı: otuz dörtten başlayıp aşağı doğru birer birer azalarak sıfır oluyorlardı sonunda. Sıfırın altına da ‘zırrr’ diye yazılmıştı. Kenan: “Otuz üç,” dedi başını kaldırmadan; arkadaşı da büyük bir ciddiyetle parmağını ıslattı diliyle ve otuz dört sayısını sildi. Turgut’a dönerek: “Zil çalınca da ‘zırrrr’ı siliyoruz,” dedi. “Denemeyle sabittir ki bu metotla bütün sıkıcı dersler en garanti bir şekilde geçirilir. Şubemiz yoktur. İlk deneme parasızdır. Bakkallarda ısrarla arayınız.” “Sevdim sizleri,” dedi Turgut. “Benim adım Turgut Özben, oyununuza katılabilir miyim?” “Saatiniz tam zile göre ayarlıysa, zaman tespiti görevini size verelim. Kenan’ın saati biraz geri.
40 ‘Zırrr’ı silme işini kesin bir duyarlıkla yapamıyoruz. Benim adım da Selim.” Turgut hemen daha yakına sokuldu. Can sıkıntısı, Selim’in önemli bir derdiydi. Bir işi yapmadan önce geçirilmesi zorunlu olan zaman onu müthiş sıkardı. Turgut’un da bu konuda, kendisine yakınlık duyduğunu anlayınca hemen ‘metotlarını’ açıklamıştı: “Otobüste, evle okul arasında geçen zamanın bana nasıl bir yük olduğunu bilemezsin. Böyle zamanları, yaşanmamış zaman haline ge- tirmemek için olmadık oyunlar icat ederim. Kendimi kaptırmadan, belirli bir süreyi atlatabileceğimi sanmıyorum. ‘Duraklar arası maç oyunu’ da bunlardan biridir.” “Nasıl?” demişti Turgut: “Anlat.”
“Oynanırken pek tatlı değildir ama, anlatırken ben bile sanki bir şey yapıyormuşum gibi heyecanlanıyorum. Çünkü, neden? Çünkü oyunun, oynanırken verdiği ve gene de hiç- bir şey yapmamak kadar ağır olmayan sıkıntısını hafifletmek istiyorum; kendimle biraz olsun alay etmeden, kendi kendime yarattığım boşluğa dayanamıyorum. Bunun için, dinlerken, beğensen de, beğenmesen de bana haksızlık etmiş olacaksın. Olayın yalnız hafif yönünü öğrendiğin için, beni bir bakıma istismar etmiş olacaksın. Hiçbir şeye benzetemezsen o daha kötü. Neyse, bu kısa ve son tahlilde gene bizi inciten girişi bir yana bırakalım. Her resmi Türk genci gibi, yani, sporla ilişkisi hiçbir zaman maç seyretmekten öteye gitmeyen her namuslu ve bunalmış vatandaş gibi siz de ayrı bir duhuliye ödemeden bu oyuna katılabilirsiniz. Ben de, bir çok vatandaşım gibi, soyutlama gücünden yoksun olduğum için ve özellikle zaman kavramını soyut olarak, yani ele gel- mez bir kavram olarak düşünemediğim için süreye, ancak iki nokta arasında bir cismin hareketi olarak katılabiliyorum. Bu açıklamanın, değil dinleyenler için, benim için bile fazla soyut olduğunun farkındayım. Belki bizler, yani bu toprakla- rın yetiştirdiği şu ya da bu çeşit değerler, soyutlaşmaya başladığımızı bu kadar çabuk farketmeseydik ve bu kadar çabuk korkuya kapılmasaydık, bizlerden de büyük matematikçiler yetişir ve ansiklopedilerde taş basması resimleri çıkardı. Bu acıklı durumu da hemen, fazla üzülmeden geçelim ve somut örneklerle yetinelim. Sözün kısası, benim oturduğum evle, üniversite arasında on dört durak vardır. Adlarını ezbere bildiğim, her gün birer birer geçilmesi gereken on dört durak. On dört resmî Türk otobüs durağı. Benim gibi otobüse tıkılmış başka insanlar bu süreyi nasıl geçirir bilemiyorum. Yüzlerinden anlaşılmıyor ki. Hiçbir şey belli etmiyorlar. Tabii, ben de içimden bu oyunu oynadığımı belli etmiyorum onlara. Onların yüzünü takınıyorum. Belki hepimiz bir yüz takınıp başka bir oyun oynuyoruz. Hiç olmazsa ben kendimi, sana ifşa ediyorum Turgut. Bunun değerini bil. Bundan sonra kimseye kötülük etme ve bütün dilencilere sadaka ver. Her durakta karşı takıma bir gol atarım, onun attığı bir golü silerim. Nasıl mı? Turgut! Yüksek matematikteki başarısızlığın yüzünden okunuyor. Canım, ilk durakta, yani bindiğim durakta on dört-sıfır yenik durumda girerim maça. Geçtiğim duraklar benim yenilgimi önce hafifletir, sonra yavaş yavaş, zaman yenik düşmeye başlar bana. Üniversitede inerken, on dört-sıfır galip durumda olan benim, anlıyor musun? Zaman, hiçbir zaman kazanamaz bana karşı. Otobüs bir durağı, durmadan geçerse, bu o gün olacak başka olaylar için iyi bir işarettir. Yedinci durağa kadar içimi buruk bir acı ve endişe kaplar. Sanki, daha dün, zamanı aynı biçimde yenilgiye uğratan ben değilmişim gibi içim titrer. Dalıcı bir forvet gibi saldırırım zamansporun kalesine: on üç-bir, on iki-iki, on bir-üç... Tabii buradaki sayı sisteminde, gerçek spor kurallarıyla bir uyuşmazlık var gibi geliyor insana. Bu kadar ince düşünen insan, zamanı bu ince düşünceleriyle geçirir; benim oyunumu ne yapsın? Programımız burada sona eriyor, zamanım doldu. Bana müsaade...”
Çevresindeki eşyaya duyduğu öfkenin ifade edilemeyen sıkıntısıyla bunalıyordu. Selim, belki bu yaşan- tıyı, önde bir salon-salamanje, arkada iki yatak odası, kori- dorun sağında mutfak-sandık odası-banyo, içerde uyuyan karısı ve çocukları, parasıyla orantılı olarak yararlandığı küçük burjuva nimetleri onu, nefes alamaz bir duruma ge- tirmişti diye tanımlayabilirdi. Turgut, anlamsız bakışlarla süzüyordu çevresini henüz. Duvarlar, resim yaptığı dönem- den kalma ‘eserler’le doluydu. Nermin çerçeveletmiş hepsi- ni; benimle öğünüyor. “Resimlerini çerçeveletmişsin, iyi olmuş,” demişti Selim. “Ben değil, karım,” diye karşılık ver- mişti. Karısı odada yoktu. Bir resim aşağıda, bir resim yuka- rıda; bir duvar resimle doldurulmuş, bir duvarın yarısı boş: simetriyi bozmak için...
İşte bu ahşap evimde, bir gece için de olsa, seni
barındırıyorum; bir işe yaradığımı hissediyorum. Son zamanlarda neye yaradığımı pek
bilemiyorum da. Belki yarın sabah soğukta uyanmanın bir anlamı olur, sana çay pişirmek gibi.
Ayaklarımın ucuna basarak yürürüm yataktan kalkınca. Tahtalar gıcırdar. Hayır, zamanla
öğrenirim hangi tahtaların ses vermediğini. Sonra ne yaparım? Uyanmadı, çayın
hazırlandığından haberi yok diye sevinirim
Yıllar sonra gene gecekonduya düştüm. Hayır, gecekondu değil, üç katlı ahşap bir ev. Hayır, üç katlı değil; zemin kat sayılmaz. Gecekondu olsa ne çıkar? İstemiyor muydun? Gecekondularla sarılmış eski bir ev. Çok küçük.Kutu gibi. Bir yuva. Kışın soğuk olur. Sobanın başından kalkılınca yün hırka giyilir pencereye doğru gidilirken; sokağa çıkmak gibi bir şey. Dönüşte hırka gene çıkarılır; pencereye ikinci gidişinde üşütürsün yoksa. Sinir içinde bir ileri bir geri dolaşmak güçleşir bu yüzden.Durmadan giyinip soyunma telaşına kapılıp aradaki somyaya çarpılır. Bu somyayı karşı duvara koymalı; pirinç topuzlu, yüksek, başlıklı bir karyola almalı bitpazarından. Eski semaverler, ne
işe yaradığı belli olmayan demir parçaları (hepsi bir tele geçirilmiş), eski saatler, mangallar arasında parlayan soylu bir eşya. Uykusuz gecelerinde, düzenli soluk alışlarıyla insana güven veren bir arkadaş kalır belki somyada. Karanlıkta görülmez; yalnız, varlığı duyulur. Belki  uyanır da belirsiz yakınmalarımı dinler. Karım beni bıraktı ya da ben evden ayrıldım: Buna benzer bir durum. Sonunda bu gecekonduya düştüm. Gecekondu değil burası Hikmet, üç katlı ahşap bir ev...

13 Mayıs 2010 Perşembe

(Yandaki odadan Asuman ile Naciye Hanımın sesleri duyulur.)
HİKMET: Neden alçak sesle konuşuyorlar? (Düşünür.) Yatakta, bütün sesler insana boğuk
gelir. Hayır, alçak sesle konuşmuyorlar; sesleri uzaktan geldiği için öyle sanıyorum. Allah
kahretsin! Bütün söylediklerini anlıyorum. (Yüzükoyun yatar; başını yastığa, daha doğrusu,
kılıf geçirilerek yastık haline getirilmiş mindere bütün gücüyle bastırır.) Duymak
istemiyorum homurtularınızı işte! (Başını kaldırarak, seslerin geldiği yöne çevirir.) Bir
kelimeni bile duymak istemiyorum Naciye Teyze! (Ümitsizlikle başını yastığa bırakır.)
Sonunda hiç insan sesi çıkaramazsın inşallah; hayvanca homurtulardan ibaret kalırsın.
(Yastığı düşürür.) Kapı aralık olduğu halde kimseyi göremiyorum. (Eliyle yatağın baş
tarafını yoklar. Yastığı bulamaz.) Yastık durmadan düşer; çünkü divanın baş tarafı duvara
ulaşamaz; çünkü arada bir yerde koltuk vardır. Koltuk biraz sola çekilse... senin için
misafir odalarının düzenini bozamazlar. Gülerim bu misafir odasına. (Gülümser.) Hay Allah!
Durup dururken bu gülümseme de nereden çıktı? (Somurtur.) Uyuduğumu sanıyorlar;
yastığı düşürdüğümü duymuşlarsa... Duysunlar da bu işkenceye son versinler. Hayır,
duymasınlar; durum daha. çok karışır ve nefretlerinin doğrultusu değişir. Buna alış-üzereyim,yeni nefretlerle uğraşamam.
Kollarını yavaşça yataktan aşağı uzatır, yastığı yukarı çeker.) Beni duyuyorlar mı acaba? (Başını kapıya çevirir.) Naciye Teyze! Ölmüş dayımın sağ kalmış karısı! (Sesini alçaltır.) Öyle deme; onun ekmeğini yiyorsun. Anladık! Bilmem ki başka türlü nasıl bela olsam başınıza?
Beni yiyip bitiren şu pireler gibi gerçekten kanınızı emsem. (Kaşınır.)

11 Mayıs 2010 Salı

Köstekli bir saatiniz mi vardı ya da kehribar bir tespihiniz? Yüzük parmağınız boştu ama küçük parmağınızda akik bir yüzük mü taşırdınız? Yanımdan geçtiğinizde ne güzel kokardı esintiniz. Kuytu bir odanın en sevdiğim köşesi gibi. Siz ne kadar güzel bir adamdınız…düşlediğim ne güzel; en güzel adam.
Kendi içine gömülmüş gözlerinize bakmaktan alamazdım kendimi. Gülüşünüzde gizli bir sıcaklık, kaybolmamış bir utangaçlık. Lügatlerden adı dahi silinmeye yüz tutmuş bir “tevazu”. Eski Türkçede kalmış tüm sözcükleri yakıştırırdım size. Mutaassıp fakat aşk dolu…
Ben mi biriktirmiştim içimde avare dolaşan bir aşkı yoksa siz mi serpiştirdiniz onu benim yüreğime? Bir bile bilelik uğruna hiç bilmediğim “size” meyilleniyorum; meyleniyorum. Sesiniz, sesini dahi duyamadığım, antikacılarda paha biçilemeden satılan –satılamamayı bekleyen- gramofonlardan çıkan o paslı ama derin, eski ama ziynet değerindeki sesler gibiydi. –Vakur-. Kurduğunuz cümlelerde kelimeler arası belli belirsiz noktalama işaretleri.
Nereden geçerdi aşk? Siz nereden geçerdiniz? İşimi gücümü, takatimi bırakıp sizi beklemeye başlardım her köşenin en başında. Kaçırmamak, bir göz kırpışınıza şahit olmak, kokunuzu içime çekmek için. Neden? Buradan geçer miydi aşk? Siz hiç benim yamacımdan geçer miydiniz? Ne garip….başımı okşasanız tenimin rengi, tenimin kokusu değişecekmiş gibi gelirdi bana. Yüzüme başka baksanız- ki sizin başkanızı dahi bilemem- yanaklarım kızaracak ve artık hep öyle kalacaklarmış gibi gelirdi. Beni bir kerecik öpseniz aşk artık tanım değiştirecek, anlamından olup, karşıma her çıkışında sizinle mukayeseye kurban gidecekti. Ve ben artık hiç iflah olmayacaktım.
Sizinle tek dileğim bir kadeh rakının yarenliğinde iki çift söz, iki çift laf, arada kaybolmaya hazır bir bakış, gözünüzün masaya düşen nuru, sesinizin içimi okşayan tınısı ve tekrar üzerine içeceğim bir yudum rakı. İstanbul’un kayıp bir meyhanesinde, beyaz örtülü, tahtasını göremediğim masanın bir ucunda ben, diğerinde siz. Konuşmalarımda hep “siz”. Utanıyorum ve kırılgan bir saygıdan mıdır bilmiyorum ama hep “siz”. Biraz yakınlaşsak, “sen” desem yok olacakmış gibi her şey. Aşkımın büyüklüğü, bilmediğim sen, gönlüme serpiştirdiğin sen yok olacakmış gibi hepten. Masanın bir ucundan diğerine elimi uzatsam elim eline değecek hemen. Mezelerin alt alta üst üste durduğu masa bir anda büyüyor gözümde ve elime sınırlar çiziyor. Belki sigaramı yakmak için yamacınızda duran çakmağa uzanırken yanlışlıkla da olsa dokunurum size. Tüylerim ürperir, kolumu sıvazlarım….”üşüdünüz mü?” diye sorduğunuzda “”başımı sallar ve gülümseyerek “asla” derim. Öyle sıcak ki içim. Gece öyle güzel, kadehimde yarısı dolu duran rakı yarı boşluğuna öyle isyankâr ki. Cepkeninizdeki saatin akrebi müteakip saate geçtiği için öyle kızgın, zaman yok olduğu, sizinle eridiği için öyle bedbaht ki…. Meyhanenin dumanından değil halimin bitkinliği…size meylenmemden.
Ne güzel çalıyor arkamızdaki plak. “Kader, kime şikayet edeyim seni?” Ne güzel söylüyor kadın. Herkes bir şeyler konuşurken etrafımızda, ben size bakıyorum. Ne güzel dinliyorsunuz. Kendi kendinize dudaklarınızı hafifçe aralayıp mırıldanıyorsunuz şarkıyı. Bilir miydiniz sözlerini? Özeniyorum. Öylesine sarılmak istiyorum ki size…öylesine korkuyorum. O güzel sesiniz kalbinizden akıyor o an. Hiç düşünmeden, ne söyleyeceğinizi tartmadan şarkıya arka çıkıyorsunuz. Daha çok seviyorum artık eseri. Ve artık tek başımayken sizi düşünüp hep dinliyorum bu şarkıyı. Mırıldanamıyorum. Sizi dinliyorum. Siz olmasanız da ben hep sizi dinliyor, kokunuzu hatırlıyorum.
Siz ne güzel bir adamdınız. Yanınızda olsam sizi dinlemeye nereden başlayacağımı şaşırır, söylediğiniz her sözün ardında yeni şeyler duymak için çırpınırdım. Sizi bitirmek, sizi daha çok sevmek ve size dokunmamak için size hep sorular sorar geçen her saniyeye sizi yüklerdim. Sizinle tek dileğim bitmeyen bir iki çift laf. Ardı arkası kesilmeyen bir muhabbet ve sizin hep eşlik ettiğiniz, arkamızda çalan ve benim içimdeki aşkı soyan bir taş plak…
Bu şarkıyı benim için bir daha söyler miydiniz?.

J.B

 Hiçbir şey istemiyorum. Münir Nurettin Selçuk istiyorum: Beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın. Hedda Gabler’in en sevdiği şarkı bu. Hiç ...