Aman elini unutma, elinden bir kaza çıkmasın. Bir de ne olur, kelimelere dikkat et, yalvarırım kelimeleri unutma!
29 Aralık 2016 Perşembe
24 Aralık 2016 Cumartesi
Gelmiş Bulundum / Edip Cansever
Ben mişim -neymiş- su sesiymiş
Oymuş -cam kırıkları gibi gövdemi yakan-
Yanağında sardunya kokusuyla yazdan
Kimmiş o gelen ya giden kimmiş
Bir yabancı mı, yoksa bir ermiş
Değilmiş, bir çağrı bile yokmuş uzaktan.
Güneş mi batarmış bir özel ismi bitirir gibi
Yanmış bir ağacın yaprakları mıymış kımıldayan
Ne kalmış bir önceden ya da bir sonradan
Kim koparmış dalından bu yabani incirleri
Ya kimmiş kıyıya çeken hayalet gemileri
Ne yazılmış nereye bu garip kargaşadan.
Yıldızlar, büyülü ülke adımı unutturan
Bir kaya, bir ot, bir akarsu
Hangi yaz şarkıcılarının ürpertili korosu
Ki bütün ölüleri sığa çıkaran
Ve kenti bir ölüm derinliğine salan
Yani bir gül solarken bir gülün açma korkusu.
Şiirler yazdım, kitaplar okudum
Elimde bir bardak aldım, onu yeniden oydum
Derinlerde kaldım böyle bir zaman
Kim bulmuş ki yerini, kim ne anlamış sanki mutluluktan
Ey yağmur sonraları, loş bahçeler, akşam sefaları
Söyleşin benimle biraz bir kere gelmiş bulundum.
Ben mişim -neymiş- su sesiymiş
Oymuş -cam kırıkları gibi gövdemi yakan-
Yanağında sardunya kokusuyla yazdan
Kimmiş o gelen ya giden kimmiş
Bir yabancı mı, yoksa bir ermiş
Değilmiş, bir çağrı bile yokmuş uzaktan.
Güneş mi batarmış bir özel ismi bitirir gibi
Yanmış bir ağacın yaprakları mıymış kımıldayan
Ne kalmış bir önceden ya da bir sonradan
Kim koparmış dalından bu yabani incirleri
Ya kimmiş kıyıya çeken hayalet gemileri
Ne yazılmış nereye bu garip kargaşadan.
Yıldızlar, büyülü ülke adımı unutturan
Bir kaya, bir ot, bir akarsu
Hangi yaz şarkıcılarının ürpertili korosu
Ki bütün ölüleri sığa çıkaran
Ve kenti bir ölüm derinliğine salan
Yani bir gül solarken bir gülün açma korkusu.
Şiirler yazdım, kitaplar okudum
Elimde bir bardak aldım, onu yeniden oydum
Derinlerde kaldım böyle bir zaman
Kim bulmuş ki yerini, kim ne anlamış sanki mutluluktan
Ey yağmur sonraları, loş bahçeler, akşam sefaları
Söyleşin benimle biraz bir kere gelmiş bulundum.
Akdeniz Salgını / Edip Cansever
halikarnas balıkçısı'na
I
Öyle bir alaşımdır ki seninle deniz
Bir açık deniz
Bakınca hiçbir şey göremediğin
Gözlerini duyduğun yalnız
Sözlerin var, dudak izlerin yok sözlerinde.
II
Denedin ki oralarda zaman olmayı
Şimdi bir Akdeniz salgınısın sen
Sonsuz bir otobüs yolcusu gibi, tam öyle gibi
Her gün kırmızı bir bilet düşürürsün dişlerinden
Ki senin bir yerin olmadı hiç, olmayarak soldu
Diri bir sabahın eylülüsün birden
Sonra bir solgunluğun yeniden solgunluğu
Tırnakların dibine batar durup dururken
Acılardan bir acının geri tepmesidir
Sızar yüreğinden sevinç olarak
Yani eylülden
Acımaktan bir zamansın ki bazan susarsın
Çocuklar büyükler gibi konuşur sefaletten.
III
Omurgasını kırmış bir balık yatar
Seninle denizin üstünde
Öpülmüş bir dudak gibi
Derinlerden derinlerdedir yüreğinse
Okşar gizli gizli deniz kızlarını
Dondurulmuş güneşlerin içinde
Öpmezsin, dudaklarını duyarsın yalnız.
IV
Sonra sonra yapıştırılmış pullar gibisin, öylesin
Üstü uçaklı zarflara
Ve alanlara tutturulmuş, çiçek sepetlerinin
Kenarındakikartlara
Bir gider bir gelirsin, gider gelirsin
Hızlı bir park akışından anısal bir yığıntıya
Sayısız parmağın var, bir parmağın daha mavi
Vurursun vurursun kapılara onunla
Kapılar açıldı mı, avlular güne çarptı mı
Boşalan bir güğümsündür her umutsuzluğa.
V
İki yaprak yerde konuşur ya, o zaman
Tam o zaman bir sonbahar düğümü
Yani bir gülüşün bir çay kaşığının sıradan ölümsüzlüğü
Seni sürekli kılan
Tam o zaman
Bir limonluk hüznün olsun kal orda
Her gün kendi kendinin oğlusun
Bir nesne buluyorsun yerde, mutluluktur senin için
Denizken üzerine atılan ağaç kökleri gibi
Soyulmuş elma kabukları gibi
Boş şişeler, çürümüş hayvan iskeletleri gibi
Kekikler yemlikler arıyordun, kayalardan
Yokluğa doğru yükselerek
Çorbanı karmak için
Ama görmedik bir kaşık içtiğini bugüne dek
Olsa olsa ateşini yakıyordun yalnızlığın
Biliyorsun, bizim her türlü yalnızlığımız
Yeni bir dil olacak yarın.
VI
Uğurladık bir sabah seni
Söz vermiştin geri döneceğine
Anladık bakınca aldandığımızı
Gerilerde küçük
Kıyılara doğru büyüyen ayak izlerine
Ötelerde, ama çok ötelerde
Kocaman bir gözyaşıydın ey usta deniz
Konuşuyordun, sözlerini bulamıyordun yalnız.
“Kelimeler! Yalnızca kelimeler! Nasıl da korkunçlar! Nasıl şeffaf, canlı ve zalim! İnsan onlardan kaçamaz. Bununla birlikte nasıl etkili bir büyüleri vardı! Şekli olmayan şeylere esnek bir şekil verme becerisine sahiptiler sanki, sanki kendilerine has bir ezgileri vardı, saz gibi, keman gibi,tatlı! Yalnızca kelimeler, kelimelerden daha gerçek ne vardı?”
Oscar Wilde / Dorian Gray'in Portres
23 Aralık 2016 Cuma
İlk gençliğinde, bu sokaklarda çok dolaşmış, bazen bir türlü içeri giremeyerek dönüp gitmiştir. Bazen de, bu ve bunun gibi salonlarda saatlerce oturarak, onu anlayacak duygulu bir kalbi boş yere beklemiştir. İkinci gelişinde, bu sokak zafer taklarıyla donatılacaktır. Bütün kapılar defne dallarıyla süslenecektir.
22 Aralık 2016 Perşembe
Tanrı'nın ruhu canında, emaneti sırtında, kalemi elimde, adların hikmeti, "Veda" bilgisi gönül levhamda, kainat karşımda rukûda, melekler ayaklarımın dibinde secdede ve ben Tanrı'nın melekûtunda özgür ve taslaklar denizinin kıyısında, tanrısal kudretin gölgesi üzerimde, Cebrail'in yumuşak kanatları ayaklarımın altına şefkatle serilmiş... Fakat lezzetleri tek başına tatmak ne acı ve güzellikleri yalnız başına görmek ne çirkin ve tek başına mutlu olmak ne çileli bir mutsuzluktur!
Cennette yalnız olmak, çölde olmaktan daha zordur. Baharda yüzüne çarpan her esinti, kafanda yalnızlığın hatırasını uyandırır. Her kırmızı gül, kalbini ateş gibi dağlar. Güneşle yağmurun birbirine karıştığı günlerde, gökten yıldız yağdığı ve çölün sesin kalbine bir çağrıyı tekrarladığı çöl gecelerinde, sahranın göğsünde kanlı ufka bakarken ve yalnız bir yolcu tanyeri ağarırken tren kompartımanından yeni yılı karşılarken, her zamankinden daha çok ve her yerdekinden daha çetin hissederim ki tabiatın bu büyük "mesnevi"sinde yarım kalmış bir "mısra"yız. Var oluşumuz, bir "beyit" olmayı beklemektir.
Ali Şeriati (Çöle İniş (Hubut - Kevir), s. 35)
18 Aralık 2016 Pazar
3225. Eğer o yaraya pîr merhem korsa o zaman derdin iyileşir, feryat ve figanın kesilir.
Yara sahibi, merhem konunca sıhhat buldum sanır. Halbuki hakikatte oraya merhemin ışığı vurmuştur.
Kendine gel, ey sırtı yaralı, merhemden baş çekme; iyileşince de kendi kendime iyileştim deme, sıhhati merhemden
bil!
3050. Mademki beni görmek, seni kendinden geçirmedi, huzurumda yok olmadın. Böyle cana inleyerek ölmek
gerek.
Mademki huzurumda mahvolmadı, boynunu vurmak farz oldu.
Tanrı’dan başka her şey fânidir. Mademki onun zatında fâni değilsin, varlık arama!
Bizim hakikatimiz de yok olana “Her şey fânidir” cezası yoktur.
Çünkü o “İllâ” dadır, “Lâ” dan geçmiştir. “İllâ” da fâni olmaz.
3055. Kapıda dolaşan, Ben’den, biz’den dem vuran kapıdan sürülür, “lâ” makamında dolaşıp durur.
1780. Halkın onun için döktüğü gözyaşları incidir; halk gözyaşı sanır.
Ben canlar canından şikâyetçi değilim, hikâye etmekteyim.
Gönül,” ben ondan incindim” dedikçe, gönlün bu asılsız ve ehemmiyetsiz nifakına gülmekteyim.
Ey doğruların medar-ı iftiharı! Doğrulukta bulun. Ey baş köşe! Ben senin kapında eşiğim. Mâna âleminde baş köşe
nerede, eşik nerede? Sevgilimizin bulunduğu yerde biz ve ben nerede?
110. Âşığın hastalığı bütün hastalıklardan ayrıdır. Aşk, Tanrı sırlarının usturlâbıdır.
Âşıklık, ister o cihetten olsun, ister bu cihetten... âkıbet bizim için o tarafa kılavuzdur.
Aşkı şerh etmek ve anlatmak için ne söylersem söyliyeyim... asıl aşka gelince o sözlerden mahcup olurum.
Dilin tefsiri gerçi pek aydınlatıcıdır, fakat dile düşmeyen aşk daha aydındır.
Çünkü kalem, yazmada koşup durmaktadır, ama aşk bahsine gelince; çatlar, âciz kalır
15 Aralık 2016 Perşembe
22 Kasım 2016 Salı
Beni hiç anlamayacaktı. Olsun, varsın anlamasın. Anlasa beğenmezdi zaten, kim anladığına bir kıymet vermiş ki, anlamak küçümsemektir biraz da. Buna da talip değilim. Üstelik daha açığı şu ki hem anlamayacak hem küçümseyecek, küçümseyebilmesi anlayabildiği zehabını ona verecek. Dünya bir ahmağı daha kazanıp ekini belli etmemenin tadına varacak, dünya Sadullah Efendi'nin izansızlığıyla, her şeyin aynı kalışıyla şöyle bir gerneşecek ve diyecek ki "Oh dünya varmış." Dünya olmasın, ne kaybederiz ki?
Sabahleyin gece koyun olup kesilmiş de sabahına tekrar kuzu olarak doğmuşum gibi uyandım. Beni kesene de, kesilme sebebime de, son an da gözümün önünde parlayan bıçağa da, yan devrildiğimde baktığım ve yalnız mıyım değil miyim anlayamadığım gökyüzüne de, hiç üzerime eğilip bu hali örtmeye, dallarıyla kasabı kırbaçlamaya çalışmayan, sadece üstümde uzanan ağaçlara da bir hıncım yoktu. Dedim ya bir kuzu olarak uyanmıştım. Ağzıma bir yeşillik koyup hafiften de sarkıtasım geldi. Keşke kat kat yünlerinin arası bitlerle dolu ama bununla dertlenmeyen melül bakışlı bir koyun annem olsaydı da hangimiz daha safız bilemeseydik.
Beklemek, bir şeyin yoluna ve haline girmesini beklemek, beklerken olacak olanın olması için gereken her türlü başka hale geçişlere, kalışlara tahammüle etmek ne zor şeydi. Başı da, ortayı da, sonu da bilip beklemek ne tahammülü güç şeydi. Tanrı'nın da yaptığı bu muydu? Baş, orta, son belli, helak kaçınılmaz, ancak önemli olan o zamanı geçirmek, o zamandan geçmek. Ve geldiğinde gelmemiş gibi, bilmemiş gibi, yaşamamış gibi gelmek, rüyayı görüp uyanmak ve "Neyse rüyaymış," demek ve aynı yerden uyumaya devam etmek. Yaşamaya da, ölmeye de yazık. Bu ölüm için yaşamaya, bu yaşamak için ölmeye yazık.
“İnsan zaten dertli değildir, derdin kendisidir. İnsan öyle büyük bir derttir ki bu büyüklükte bir şeyin kendine sığacağını aklına getirmez de bunu dünyanın, hayatın derdi sayar. Hayat, o durgun, kibirli suyunda kendisine bakan bu çirkin heyulaya bakıp bakıp ‘Bu herhalde benim…’ der. Bu dert de ona yeter.”
Bana derler ki "Veren el, alan elden hayırlıdır." Bende derim ki "Elin vergisi canın sevgisi."
Bana derler ki "Verilenler, günahları örter, perdeler." Bende derim ki "Örtülüp, perdelenecek şeyleri azaltmak daha iyi değil mi?"
Bana derler ki "Verenin malı artar." Bende derim ki "Malım artsın diye vermek, vermek midir, almaya hazırlık mı?"
Bana derler ki "Öyle bir ver ki, sağ elin verdiğini sol elin görmesin, bilmesin." Bende derim ki "Peki bu sağ elleriniz nasıl bu kadar meşhur oldu?"
Bana derler ki "Az sadaka çok kaza bela savar." Bende derim ki "Çoğunu verip gelecektekiler de dahil hepsini birden savuşturmak daha iyi değil mi o zaman?"
Bana derler ki "Olmayanı verdiğinle sevindirmek mevcudunun zekatıdır." Bende derim ki "Olmayan-olmayan-olmaya sen-verip de sevindiren-olmaya ne çabuk, ne kolaylıkla alışmışsınız. Rolleri değiştirmek, biraz da sen alıp da sevinen olmak ister misin?"
Bana derler ki "Biz, bize verilenlerle böyle olduk." Bende derim ki "Sizin gibi olmamak için her şeyimi vermeye de, hiçbir şeyimi vermemeye de ahdettim."
Bana derler ki "Verilenler, günahları örter, perdeler." Bende derim ki "Örtülüp, perdelenecek şeyleri azaltmak daha iyi değil mi?"
Bana derler ki "Verenin malı artar." Bende derim ki "Malım artsın diye vermek, vermek midir, almaya hazırlık mı?"
Bana derler ki "Öyle bir ver ki, sağ elin verdiğini sol elin görmesin, bilmesin." Bende derim ki "Peki bu sağ elleriniz nasıl bu kadar meşhur oldu?"
Bana derler ki "Az sadaka çok kaza bela savar." Bende derim ki "Çoğunu verip gelecektekiler de dahil hepsini birden savuşturmak daha iyi değil mi o zaman?"
Bana derler ki "Olmayanı verdiğinle sevindirmek mevcudunun zekatıdır." Bende derim ki "Olmayan-olmayan-olmaya sen-verip de sevindiren-olmaya ne çabuk, ne kolaylıkla alışmışsınız. Rolleri değiştirmek, biraz da sen alıp da sevinen olmak ister misin?"
Bana derler ki "Biz, bize verilenlerle böyle olduk." Bende derim ki "Sizin gibi olmamak için her şeyimi vermeye de, hiçbir şeyimi vermemeye de ahdettim."
18 Kasım 2016 Cuma
17 Kasım 2016 Perşembe
AN GELİR
an gelir paldır küldür yıkılır bulutlar gökyüzünde anlaşılmaz bir heybet o eski heyecan ölür an gelir biter muhabbet çalgılar susar heves kalmaz şatârâbân ölür şarabın gazabından kork çünkü fena kırmızıdır kan tutar / tutan ölür sokaklar kuşatılmış karakollar taranır yağmurda bir militan ölür an gelir ömrünün hırsızıdır her ölen pişman ölür hep yanlış anlaşılmıştır hayalleri yasaklanmış an gelir şimşek yalar masmavi dehşetiyle siyaset meydanını direkler çatırdar yalnızlıktan sehpada pir sultan ölür son umut kırılmıştır kaf dağı'nın ardındaki ne selam artık ne sabah kimseler bilmez nerdeler namlı masal sevdalıları evvel zaman içinde kalbur saman ölür kubbelerde uğuldar bâkî çeşmelerden akar sinan an gelir -lâ ilâhe illallah- kanunî süleyman ölür görünmez bir mezarlıktır zaman şairler dolaşır saf saf tenhalarında şiir söyleyerek kim duysa / korkudan ölür -tahrip gücü yüksek- saatli bir bombadır patlar an gelir Attila ölürAttila İLHAN
16 Ekim 2016 Pazar
DÜN, BUGÜN, YARIN
When I was a little child ,
Bir yokluktu Ankara.
Apres moi dull and wild
Town ne oldu, que sera?
İTHAF ve MUKADDİME
King Soloman Speare'di adının İncilcesi
Süleyman Kargı dosttur Türkçeye tercümesi
Hamlet için Horatio neyse öyleydi bana.
Kıbrıs dolaylarından göçmüş anavatana.
Yıkık bir sur üstüne büyük, cesur ve mağrur.
Saplanmış bayrak gibi Ankara'da oturur.
Selim Işık tek ve Türk. Ve duygulu, amansız.
Sabırsız ve olumsuz, yaşantıda cansız
Sanılırdı; gerçekti, hayır gerçek değildi.
Tutunamayanların tarihine eğildi.
Kelime ve yalnızlık hayatın tadı tuzu
Kucaklamak isterdi ölümü ve sonsuzu.
BİRİNCİ ŞARKI
Dokuz yüz otuz altı. Tarih düşüldü. Niçin?
Doğumu önemlidir - yani kendisi için.
Buruşuk yüzler, bezler arasında bir canlı
Başpamağını emdi (yıkanmamış ve kanlı)
Cahildi, ne bilsin libidonun adını
Duymuştu belki belki aşkın kokusunu, tadını
Sonradan uzun olan yumuk parmaklarında.
İlk resminde beyazdı kundağı gibi yüzü.
Bir taşra konağında yaşadı ilk gündüzü.
Büyükanne, Osmanlı sabrıyla ağır ağır
Salıyor beşigini. Dede bunak ve sağır.
Gelin ürkek ve şaşkın, dede doksanı aşkın,
Gözlerinde kalmamış hiçbiri aşkın.
Ne zaman yemeğini yedigini bilmiyor.
gördügü karısı mı gelini mi bilmiyor.
Asırlık ayakları, evde bir hastalıktı
Geceleri dolaşan. Dalgın karnı acıktı;
Kalktı yer yatagından, iki ayaklı hüzün.
Selim'in beşigine uğradı, beyaz tülün
Altında yatan teni okşadı. Titrek elin
Tuttuğu son canlıydı. Snaki, " Mutfağa gelin!"
Diyen bir sese doğru yönelirken, bir ağrı
Saplandı. Ölü buldu onu sabah rüzgarı
İlk rüzgarın teriyle (bilincin eşiginde)
Islanarak uyandı; kıvrandı beşiginde
Kundagıyla büyük ve beyaz bir elma kurdu
Esirlik türküsünü bütün eve duyurdu.
Baba geniş yatakta döndü; yorganı kaptı;
Anne, meme vermenin sancısıyla haraptı.
İlk ve son kocasının, " Çocuga bak Müzeyyen!"
Mırıltısıyla kalktı kadın kokan yerinden.
Corridos adasında Permanlar arasında
Elinde kendi gibi kuru bir barracinda
Tutarak,i on ikinci derece bir denklemi
Kaygısız çözmesiyle, Ferrania Sandolem'i
İndirerek tahtından kadın saltanatına
Son veren Panton Hipyos ya da önce atına
Sonra kadına tapan Hun gibi Numan Işık
(oysa ilk yıllarında anneme nasıl aşık).
Uykulu gögüsleri-kim bilir ne kadar tazeydi.
İİpek geceliginin içinde sert ve diri
(mektuplarında Numan Bey, aşkını esli Türkçe
-evlenmeden elbette- anlatırmış anneme)
Kayarken karanlıkta, dede bir taş yıgını
Gibi, genç lohusanın acıttı ayağını.
Acı bir çığlık kesti Selimin nefesini
Belki o anda duydu korkunun ilk sesini.
Evin arka bahçesi otlar ve tahta perde.
Anılar başladı mı? Paslı bir kilim yerde,
koruyor dış dünyadan. İlk böcekler elinden
Kayıp geçiyor. Nine düşmüyor dilinden
Belirsiz anlamlarla uuytan ninnileri
Hu diyen dervişleri ürkünç ecinnileri.
Dandini ve dasdana, kov bostancı danayı
Yemesin lahanayı, yemesin lahanayı.
Bir yaşında kızamık, iki yaşında sıtma,
Yakaladı Selim'i. Yavrum terleme koşma!
Terli bir uyanıştan sonra tam üç yaşında
Dişti yatağa baygın. Ağlayarak başında
Kuran okur annesi; bir açılsa gözlerin.
Ne diyorsun Allahım duyulmuyor sözlerin.
Baba mırıldanıyor; Selim Işık, güzel şey!
Ağlıyor gürültüyle; hey rahmetli Numan Bey!
Kasabanın tek doktoru topal Muvakkar.
Muvakkar'ın tek gözü birazcık şehla bakar.
"Topal doktor kalksana, lambaları yaksana,
Selim elden gidiyor, çaresine baksana."
Muvakkar'ın gözüvarmış derler annemde
Babama severek varmış derler annem de.
O zaman kaç senesi; tıp bildiğiniz gibi.
Bütün umut Allahtan; hep bildiginiz gibi.
"Zatürre. Geceyi atlatırsa ümit var.
Kışın olsa giderdi." (dışarıda ıslak bahar).
Birden gözünü açtı: karanlık pencereler,
Yağmur izleri. Selim, "Atatürk'ü gördüm,"der.
Taşrada yetişirken öğrendigi tek dildi
Türkçe, cahil Selim'in. Bu kadar diyebildi.
Oysa bilseydi (canım) biraz da Fransızca
"Voila Atatürk maman" derdi muhakkak orda.
Az gelişmiş babanın az gelişmiş tek oğlu ,
Şimdi hatırladım da gözlerim doldu.
Donuk aydınlıgında idare lambasının,
Üzerine eğilen gölgenin (babasının)
Varlığından habersiz, soluk bir ateş gibi
Küçüçük yatağında. Bir aydınlık belirdi:
"İşte güneş doğuyor. Kurtuldu, yaşayacak!"
Yamalı bir yıldızdı ilerde ışıyacak.
İzin ver Selim biraz, Hegel, Fichte diyelim,
Felsefeyle ilişkin bir de ekmek yiyelim
Böyle byurdu Kargı, thus spake King Solomon
Yerindedir bu yargı, evet haklı Platon,
Felsefeyi seviniz, fakat koparmayınız.
Demekle özetliyor: bu dünyada yalnızız.
Özür dilerim senden bu sutunda açıkça,
Çoçukluk günlerimde kapılmıştım çocukça.
Kelimenin anlamı: sevmek demek Yunanca.
Filo. Sofyayı sevmek oluyor Filosofya.
Hatırlarsın pasajda Lefter'in meyhanesi,
Servis yapar, şarkı söyler; biraz kısıktı sesi,
"O Sofya mu, Sofya mu. Sensiz içmek olur mu?"
Kır saçlı laternacı biraz mahsun dururdu,
'İn nino veritas'. Ders sofistlerden Duzikos,
Tarih felsefesinde, 'Armoniko Muzikos...'
"Gene sapıttın Selim. Seni kim durduracak?"
Söylemiştim Süleyman: ben başlamazsam ancak
Durdurulabilirim. Ayrıca fakir dilim
Bağlı hece vezniyle, taş kesildi sağ elim.
Hecenin çarmıhına çivilenmiş ellerim.
Kafiye tanrısına kurban oldum. Efendim?
"bir şarkının sonuna kadar sabredemedin."
Bundan kaybediyorum, böyle olduğum için.
Ne olur tutma artık beni hece vezniyle
Allahın, senin ve tüm sevenlerin izniyle
Çözülsün zincirlerim, tutulan kol çalışsın.
Bir espri uğruna harcatmayın, alışsın
Selim Işık insana. Söylesin şarkısını
Kesintisiz, acemi. Ey ölü ruh! kıyam et!
Beğendin mi Süleyman?"Beğenmedim devam et."
İKİNCİ ŞARKI
Orta Asya'daki pembe elipsin içinden
Çıkan kırmızı oklara binerek, Bozkurtlar (kanatlı) Çin'den
Nasıl uçmuşlarsa Tanca'ya kadar,
Ben de (altı yaşımda) dar
Ve yüksek çamurluklu tenezzühle (Ford T modeli) Ankara'ya ulaştım
Sağ salim. 'Yağmur Çayevi'nin önünde dolaştım
Uyuşan bacaklarımı oynatarak Ankara'nın toprağında.
Taşhan,
Bana dünyanın en büyük meydanı gibi geldi.
Gözüne güneş gelmesin diye elini
Siper eden Mehmetçik heykeli ne güzeldi.
Ve büstlerinden yalnız göğsüne kadar tanıdığım Atatürk
Kabartmalı ve yüksek
Bir mermerin üstüne çıkmış atıyla.
(Böylece tanışmış oldum heykel sanatıyla.)
Baba, oradaki kadın sırtında ne taşıyor?
"Bomba." Neden? "Türk yurdu topyekun savaşıyor."
Savaş cephede bitti (yirmi yıl önce).
Oysa, bir türlü bitmez okul kitaplarından ince
Sesimle okudugum
Şiirlerde (Zafer Bayramı münasebetiyle)."Oğlum,
Bu ne Şeker ne de Kurban Bayramı,"
Derken babam haklıydı,
30 Ağustos günü elini öperek ondan
Para istedigim zaman.
(Babama şiir okumayı bile düşünüyordum o sırada.)
Babam şiir sevmezdi. Evimize arada
Gelen Mimar Cemil Uluer yalnız şiir yazardı.
(Babam bu adama nedense kızardı.)
"Bir kere, mimar değil bu herif.."
Diye başladı mı, hafif
Üzülürdü annem. "Canım Numan Bey
-bey derdi babama- bu kadar şey olma (şey derdi annem sık sık).
Adamcagıza yazık."
Mimar Cemil şiir bina ederdi.
Kışlık kömürü bizim evden giderdi.
Müsteşar Namık Beyi ziyaretlerinde de arz-ı hürmetleriyle
Ve kimin okdugu belli olmayan hikmetleriyle
Dolu kitabını sunar; bir kat giyilmiş elbise alır (yazlık).
Şair ve mimar olmaktan vazgeçtim (yazık).
Sevmedim okulu önce,
'Öğretmenim' tutmadı yerini annemin (bence.)
Beni çingenelere vermek istemeseydi
Babam, bir dev anası gibi
Görünen öğretmenden kaçardım (ne iyi olurdu).
Korkuyu
Bahçedeki huysuz ve parlak kanatlı
Horoz tanıttı bana.
Bir de öğretmenim Rana.
"Kulağını çekerim. konuşma, terbiyesiz,
Yakarım ağzınızı. çişim geldi derseniz.
Kırarım notunuzu haylazlık ederseniz.
Yarına satır satır ezberlensin dersiniz."
Yorganı attım üzerimden o gece,
Çıplak ayakla taşlara bastım o gece. Kırk derece
Ateşim çıksın diye bekliyordum. Sakın
Göndermesin babam beni okula yarın,
Olur mu Allahım. -Allahım diye başlamışken
Dua edeyim hemen:
Babama, bana ve nineme
Ve apartmandaki Baha Beye, karısına ve oğluna
Ve mahalledekilere ve rahmetli dedem Hüsrev kuluna
Ve Ankara'dakilere ve Türkiye'dekilere
Ve dünyadaki bütün iyilere
Rahatlık ver.
Onların içinde (varsa eğer)
Hırsız, fena
Ve kötülük etmek için insana
Fırsat bekleyenlere
VE beni azarlayan kapıcımız Kamber'e
Ve beni bahçede korkutan horoza
Ve ezberimi bilmezsem ceza
Verecek öğretmene
Rahatlık verme.
(Ceza vermezse rahatlık ver.)
Yeter
Bu kadar. Allah kızar sonra çok istersen.
Yalnız unuttum; ne olur rahatlık versen
Galatasaray oyuncularına. Yarın
Maçları var da; yenilmesinler sakın.
"Bu çocuk ne olacak böyle. Müzeyyen? Yaramaz
Olsaydı pısırık olacagına. Hiç kimseyle konuşmaz
Sınıfta. Tek başına koşar durur bahçede. Onu
Eve kapatmak doğru mu?
Çalışkan fakat korkak." Annem üzüldü
Fakat belli etmedi. 'Öğretmenim' çok güldü
Çarpınça ağaca 'Affedersiniz'
Dediğimi anlatırken. Annem sözü kısa kesti: "Dersiniz
Başlayacak. Vaktini aldım Rana.
İnşallah büyüyünce lazım oşur vatana."
Olmadı kimseye lazım. Aranmadı
Aramayınca.
Okul boyunca
Ne futbol takımına alındı, ne sınıf mümessili olabildi.
Nedense bir yönüyle -belki de her yönüyle- saf kalabildi.
Yalnız bir korku kaldı kuşkuyla karışık;
Sonunda kötü bir şey olur korkusuyla yaşadı Selim Işık
Her olayı. Eski bir yara izi içinde sızladı, her eğilişinde
İnsanlara. Dünyaya bir daha gelişinde
Çocuk ve korkusuz yaşamak ister sürekli.
Büyümek, yalnız tutunanlara gerekli.
İkinci gelişinde çırıl çıplak dolaşacak
Kelimenin bütün anlamıyla çırıl çıplak
Hep birlikte (son sınıflar) toplandık arka bahçede.
"Çıktık açık alınla'yı söyledik bir agızdan
Müzik sınavıydı bu (toptan).
Herkes pekiyi aldı, imtihan iyi gitti
Son günüydü okulun, müjde ilkokul bitti.
Yaz sıcagında evde
Canı sıkılmasın ve
(Zararlı ilişkileri olmasın sokakta)
Kış günü
Eski hastalığının izlerini taşıyan göğsünü
Üşütmesin düşüncesiyle
Eve kapandığı zaman -yani okul dışındaki bütün saatlerde-
Divanda otururdu
Durmadan dergi okurdu.
(Siz 'libidonun Ölümü'
Filmini gördünüz mü?)
Binbir Roman, Yavrutürk,
Çocuk Haftası. "Büyük
Adam olacak." Misafirler saygıyla bakar yüzüme,
Sevgili büyüklerim: işte size bir manzume
Sabah erken kalkarım
Ne yüzümü yıkarım
Ne sokağa çıkarım.
Kışın soba yakarım
Yazın camdan bakarım
Hayattan yok çıkarım.
Öğlen olur yemek yerim
Fırçalanmaz hiç dişlerim
Acaba ne yapsam derim
Kovboy filmine giderim
Dönünce kızar pederim.
Akşam olur güneş batar
Babam hep anneme çatar
Cici çocuk erkenden yatar
Hayat sıkıcı ne kadar.
ÜÇÜNCÜ ŞARKI
Siz de benim gibi,
Günleri
Sevgiyle isteyerek
Değil de, takvimden yaprak koparır gibi gerçek
Bir sıkıntı ve nefretle yaşadınızsa, Ankara güneşi sizin de
Uyuşturmuşsa beyninizi. Ata'nın izinde
Gitmekten başka bir kavramı olmayan
Cumhuriyet çocugu olarak yayan,
Pis pis gezdinizse (o sıralarda adı Opera Meydanı olan)
Hergele Meydanı'nda bu sarı ve tozlu alan
İğrendirmediyse sizi,
Bir taşra çocugu sıfatıyla özlemeyi bilmiyorsanız denizi,
Kaybettiniz (benim gibi)
Oysa,
Aynı Hergele Meydanı'nda
Gölgede on beş, güneşte yedi buçuga tıraş eden
Berberleri görmeden
Yalnız renkli yanını yaşadıysanız hayatın
Ve hergele ve beygir olduğunu duymadıysanız atın
Sakalı uzamış seyyar satıcılara kese kağıdı satmadınızsa,
İçinde aüt ve salebin olmadığı 'donduma kaymak'tan tatmadınızsa
(Aynı Hergele Meydan'ında)
Kazandınız. (Kimse yoktu -çirkinlikten başka- Selim'in yanında)
En bayağı ve en müstehcen
(Fakat fiyatı ehven)
Romanları kiralamak içingecesi beş kuruşa
Samanpazarı'na çıkan yokuşa
Değilde sağa sapın. Etiler'in at oynatmış oldugu Ankara'da
Hamalların gittiği Sümer sinemasıyla aynı sırada,
Pardayan, Pitigrilli ve Fantoma
Ve Hayber Kalesi ve Tahir ile Zühre bir arada
Yığılmış bir tezgahın üzerine. 'Geceleri Okumayınız'
Orhan Çakıroğlu'nun maceralarını.
Selim Işık, dünü bugünü yarını
İşte bu ortam içinde öldürdü.
Eksiklik duygusunun acısıyla güldürdü.
Ucuz düşüncelerindeki ucuz düzen, ucuz romanların ucuz yaşantısı
Ucuz huysuzlukların ucuz saplantısı
Ucuz ucuz ucuz ucuzdu.
Dalgın, sinirli, suskun huysuzdu.
Altımızda kalabalık bir aile otururdu.
Masasının üzerinde bir kuru kafa dururdu,
Ortanca oğulları tıp talebesi Saffet'in
(Sırıtan kabustu benim için.)
Ne olur şu kuru kafayı kaldırınız
Beni korkutmaya yok hakkınız
Herkes doktor olamaz ki,
Siz bana iyisi mi
Nazım'dan şiirler okuyun.
Hani şu 'Culus-u Humayun'
Diye sözlerini pek anlamadığım
Fakat mısralarının sesini sevdigim şiir,
Bir de 'Ölüme Dair'
Sonra da Liszt'in İkinci Macar Kampanasını
Ve Puccini'nin Tosca Operasını
(Canım, mandolinle çaldıgım arya)
Çalarsınız gramafonda.
Bir yumuşama gelir yüzüne
Kafatası durur gene
(Fakat bir tülbentle örtülü)
Caruso'nun eski plakta hırıltılı sesi duyulur yalnız
Sonra tıp talebesiyle kurşun asker oynarız.
Cranium fibula radius
Sacrum patella carpus
Nasıl ezberlenir Allahım
Arapça dua eden insanın Latince kemikleri?
Saffet kulun anatomiden çaktı,
Selim kulunla oynamayı bıraktı.
Alt katta bir kiracı daha: Ecmel Karakaş
Ve garı meşru karısı (yavaş
Söyle duymasınlar). Bana yüz vermiyor bahçede güzel kızı
(Oysa bahçede geçirdim bütün yazı)
Dut ağacına çıkıyor benden kaçarak,
"Sen de arkasından çıksana ahmak!"
Daha daha: pısırık, beceriksiz, korkak.
En üst katta, karrşımızda, Airf Beyin refikası
Laima Hanım ut çalardı (Sarahaten acaba söylesem darılmaz mı?)
İster taşrada ister İstanbul'da olsun
İster burnunuza mangal dumanı dolsun
İster merdiven sahanlıklarınızda
Kalorifer dairesinden gelen linyit kokusu,
Hepsinden daha kuvvetli ve etkilidir dokusu
İçinize işleyen 'alaturka'nın. Küçük yaşta içirilir yavaşça
Derinin altına (çiçek aşısı gibi). Arkadaşça
Sokulur okşayarak,
'Sine-i suzanımı' eder helak
Pek tesiri duyulmasada gündüz
(çünkü o saatlerde ya kahvede vakit öldürürüz,
Ya da paydos zilini bekleriz dairede)
Saat beş oldu mu, bin altı yüz kırk sekiz metrede
Ve bilmem kaç kilosıklda başladı mı yayına Türkiye Postaları,
Yatağında zevkle inletir hastaları
Hemen fasıl heyeti,
Duyulur dört bucagında yurdun. Akşam nöbeti
Tutan sınrdaki erden,
İki kere mars oldu üstüste diye, terden
Pantolonu iskemleye yapışan pişpirik İsmail'e kadar
Herkesin cigerine mikroplu havayla birlikte dolar.
Sırtı hafif kamburlaşmış ve dar göğüslü
Tamburlardan yavaşça yayılır havaya, akşamüstü.
Efendiyi ve uşagı birlikte mesteden
Makamdan makama ve besteden
Besteye geçerekten
"Tek tek ataraktan bade süzerekten"
'Çıkmam Allah etmesin meyhaneden'
Çıkmam korkusuyla alaturkasıyla beni kahreden
İçki Evinden, ölmeden önce.
Bence
Alyuvar, akyuvar, bir de alaturkadan mürekkeptir kanımız'
Dinlerken sıkılsada canımız,
Nasıl birşeydir (acaba güzel midir?)
Kim bilir.
Benim kanıma giren başka bir sanat:
Darülbedayi'de tuluat.
(Taşırım bugüne izlerini.)
Annem, ölü doğurduktan sonra ikizlerini,
Bana gebe kaldıgının yedinci ayında,
Tepebaşı'nda, tiyaronun salaş sarayında
(Darülbedayi'de) Hazım'ın 'Lüküs Hayat' oyunuda,
O kadar gülmüş, o kadar gülmüş ki, sonuda
Korkmuş, birşey olacak diye karnındaki Selim.
Oysa Selim, bildiginiz gibi, elim
Olmak isterken gülünç oldu bu sayede
Büyük bir inhiraf oldu gayede.
DÖRDÜNCÜ ŞARKI
Baharın son günleri; kömürlükler arasında
Çamaşır ipleriyle kesilen
Üç ağaclı bahçemizin yanındaki papatyalı arsaya bitişik
Sert kaldırımlı ve yokuşu dik
Yolda, ayakkabılarımın burnunu
Çarpmamaya çalışarak sekiyorum.(Becermek mümkün değil bunu.)
Bir satıcı eşeğinin küfeleriyle sığmadıgı dar
Boğazı aşıyorum
Ve servi ağaçlarıyal kasvet
Ve daha birtakım ağır duygular veren
Küçük meydana ulaşıyorum.
Burada duvarı yıkık
Bir mezarlık ve içinde bir türbe,
(Yıllar sonra gördügüm Karacaahmet Mezarlık Bankasının -tövbe de-
Yanında küçük bir hesap sayılırdı.)
Türbenin parmaklıklarına düğümlenmiş çaputları.
Sudan çıkarılmış bir ölünün parmaklarına takılı
Yosunlar gibi görürdüm. Ve duvarın önündeki kara çalı,
Bana ölümün taştanlığını anlatan bir hocaydı kara sakallı.
Çarpık mezar taşları arasında,
Ölülerin besledigi çimenlerin ortasında
Türbedeki taş tabutlar kadar
Kayıtsızsca uzanmış çocuklar.
(Korkuları yaşları kadar)
Oysa,
Saffet Ağabeylerdeki ortanca hizmetçi Güldüm Abla,
Anlatırken ne biçimde gidilir cehenneme
Ve bakarken namaz kılan anneme
Bir eksiklik duyardım ölümün icaplarına dair
İçimde. Şair
Ve mimar Cemil Uluer, buruşuk derisi ve dişsiz ağzıyla
Gülsüm Abla daher akşam vaazıyla
Korkuturdı beni. Hayattayken sağ elle burun silmenin
ve öldükten sonra kıyamette,
(Cehennemde veya cennette)
Her kılında bir mızıka bulunan Deccal'in eşeğini bilmenin
Günah olduğunu öğremiştim.
Zavallı Selim, zavallı Selim,:
Kendi kendimi yerdim
Ne yapmalı, ne yapmalı, diye
Oysa küçük hizmetçileri Hediye.
Boş verip bütün cezalara,
Hazreti Yusuf'un kuyuya çektigi ezalara,
Adem'in buğday ağacından memnu meyveyi
Yemesine -yoksa elma ağacı mıydı?-
Kıyamet günü yanlışlıkla çevirince başını
Mızıkalıı eşeğin sesine, nasıl yanılacagına, kaşını
Fazla almanın da ayrıca günah olduğuna,
Sağ ellle temizlenen bütün pisliklerin cehennemde
Boğazına dolduğuna
Yüzünü çok yıkayan kadının
Bu nedenle alnının yazısını okuyan kadının
Başına gelenlere
Aldırmazdı. Şu karşıki apartmandaki Helen'lere
Kaçarak dudaklarını boyardı.
Benimse çok daha ciddi niyetlerim vardı.
Türbenin hemen yanında, gene dar bir sokakta,
Kerpiç bir evde, fakir arkadaşım Sabri'yle, sıcakta,
Ter ve yıkanmış kilim kokan odasında konuşuyoruz.
Pencereden giren güneş sefaleti keskinleştiriyor.Temmuz
Ayının bitkinliği ve ölüm korkusu
Kelimeleri ağırlaştırırken, terimi siliyorum
Dinsel bir korkuyla. Daha. 'Eüzü minşşeytanıracim'i bilmiyorum
Başlamak için duaya. Sabri bir din adamının yavaş
Hareketlerini taklit ediyor. Bende saygılı bir telaş,
Namaz surelerini ezberlemekle geçiriyoruz
Bizi ölüme yaklaştıran zamanı. Yıl bin dokuz yüz kırk dokuz.
Ankara'nın bütün küçük kubbeli camilerini
Ve kararmış kiremitli mescitlerini dolaştık.'İnna ateyni
Kelkevser, Fesalli lirabbike ... hüvel ebter.'
Körpe dizlerde derman biter
Yatsı namazında, yanlış mırıldanılan kelimeler sırasında
Palabıyıklı, sakallı ve yırtık çoraplı cemaat arasında
Dini bütün iki Türk çocuğu yatar kalkar.
Sürekli (kendine amansız.) İlahiler, dualar...
Allahım peşinde
Yirmi bin fersah. Temmuz güneşinde, ağustos güneşinde,
Kirli şadırvanların çamurlu taşlarına
Uzatırlar ayaklarını yalnız başlarına.
Tozlu ayakları çamurlaştıran sular,
Avuç içinden bileklere, dirseklere kayar.
Hangi elimle yıkayacaktım hangi kulagımı?
Ne tarafa dönecektim "Selamlasana sağını!"
Pabuçları çalarlar mı dersin Sabri?
Duydun mu gazetedeki haberi
Pabuç hırsızlarına dair ?
"Haydi Selim, herkesle brlikte çevir
Sola başını." Neden Sabri bu ilahiyi öğretmedi bana?
Hiö olmazsa biraz dudaklarını oynatsana!
Şol cennetin ırmakları akar Allah deyu deyu.
Öğle namazında güneş yakar Allah deyu deyu.
Geç katıldı bu kervana, Allahım yakındır sana,
Bir o yana bir bu yana, bakar Allah deyu deyu.
Burası Allah yapısı, açılsın cennet kapısı,
Bu imtihansa hepisi çakar Allah deyu deyu.
Bu kervanda herkes yaya, rastlanmaz beye, ağaya,
İnsan aklını duaya, takar Allah deyu deyu.
Dualar bağlı toprağa, düşünce saplı batağa,
Gene camiden çıkar sokağa Allah deyu deyu.
Selim Işık yaz dindarı, yetti ona bu kadarı
Cemaat kışın ne yapar, bilmez artık o kadarı
Hacı Bayram Camisi'nin çevresindeki küçük evlerden birinde.
Yeni bir rüzgar esti (Olumsuzluk rüzgarı). Yokluk Tanrısını emrinde.
Yeni bir savaşa katıldı bütün kavgaların yedek neferi Selim
(Ben neyim, ne değilim?)
Herkes mutlu ve sorumsuz
Herkes olumlu, ben olumsuz.
Yaşıtlarım artık uzun pantolon giymenin
bağımsızlıgını yaşarken
Okulun paydos ziliyle hemen sokaga taşarken
Yıkıcı fikirleriyle aklımın ince örgüsünü karıştıran
Otuz üç yaşında benimle söz yarıştıran
Nihat Ağabeyin yanında işim neydi?
Gene böyle yıldızlı ve ılık bir geceydi
Kardeşim Süleyman; "Hiç, ama hiçbirşey yapmadık," derken
Karşımda, bardak bardak koyu çay ve paket paket ucuz sigara içerken
Çırpınıyordum: Dumlupınar, Sakarya
İstanbul'un fethi, Kosova
Birden başını kaldırıp gülümseyiverdi
Kara bıyıklarının arasından ışıyan beyaz dişleri
Bütün inançlarımı eritti.
Anlıyorsun, bilinç, inanç, bugünün sözcükleri
O, şuur ve tahripten bahsederdi.
Bunca Türk büyüğünün -bir kitaba göre elli kadardı-
Kazandığı bütün savaşları kaybettim orada,
(Ahşap evin beyaz perdeli odasında)
Ne Mohaç, ne Mercidabık, ne yeni, ne sabık
Zaferlerimiz dayanamadı. Yalnız kromda ve güreşte birinciydik artık.
Eski kahramanlklardan başka
İleri sürecek neyimiz kalmıştı dokuz yüz kırk dokuzda.
Selim Işık yenilmişti, bitmişti.
Neyse tam o sırada , Marşal Amca yetişti.
BEŞİNCİ ŞARKI
Tutunamayanların destanıdır bu şarkı
Dostum Süleyman Kargı.
Eller boşta kalıyor, tutunamıyorlar toprağa
Anlatamıyorlar anlatılamayanı.
Anlatmak gerek: Düşman sarmış her yanı
Oysa, mesela Selim Işık
Anlatmadan anlaşılmaya aşık.
Böyle adama
(Darılma ama)
Yaklaşmaz hiçbir güzellik,
Doğduğu günden bu yana kalbinde bir delik,
Almak için bütün sızıları içine.
Her zaman utanmıştır başkalrı yerine.
Elim varmıyor yazmaya, inmeyelim derine.
Taş devri, Sabri devri, Nihat devri, Tunç devri
Aşık oldu -söyleyemez- utanç devri.
Hep utandı hayatı boyunca,
(Annesi yıkamak için soyunca)
Sınıfta birinci olduğu gün, eve geç kaldım, diye üzüldü.
Canı sıklıdı güldü, kalbi incindi güldü.
Allahı ya da ona engel olan gizli kuvvetleri
Hiçbir zaman kızdırmak istemedi.
Küçük pazarlıklar yaptığı,
Camide korkarak taptığı
Zamanlarda sürdürdü bu uzlaşımcı varlığı.
Annesinin yün fanilasına taktıgı nazarlığı
Çıkaramadı yıllar boyunca. İlk defa domuz eti yerken
Arkadaşlarını ısrarlarıyla geneleve giderken,
Hep ONUNLA (O kimdi?) bozmamaya çalıştı arayı,
İki gün oruç bile tuttu bir Ramazan ayı.
(Sapı silik ve tutuk bir tabancaydı.)
Bir gün ölürse, ona vatan bir mezarlık yer verecek.
Oturdu bir destan yazdı; kendini yerecek.
Sazını ve cesaretini aldı eline (bütün cesareti,
Daha kötü bir şeyler olması korkusundadır).
Canını dişine takarak,
Yazılmış eski destanlara bakarak,
Sözü uzattı durdu.
İşte şöyle buyurdu:
Numanoğlu Selim derler adımız
Gürültüye geldi her feryadımız
Nedense tamamdır itikadımız
Dikilen her kumaş bol gelir bize
Çocukken güneşin tadını bilmedik
Büyüdük kadının tadını bilmedik
Bizi anlayacak kadın bilmedik
Sevgisiz bir hayat çöl gelir bize
Bize öğretilen her söze kandık
'Yasaktır' 'Memnudur' dendi, inandık
Hep 'Girilmez' levhasına aldandık
Bu tutulan, yanlış yol gelir bize
Benim cefalı yarim kafamdır
Divanda düşünmek bütün safamdır
Mülkiyet benimçün büyük evhamdır
Senin olanları nideyim gayrı
Dostun vefalısı bütün isteğim
Kız peşinde olan dostu nideyim
Her an yaşamalıyım kendi gerçeğim
Kendi içimdeki indeyim gayrı
Dostlar dedi: bu can bizden değildir
Düşman kırdı, oysa buzdan değildir
Çare yok dünyadan gideyim gayrı
Bana ilham getirdin
(Hem de yaktın bitirdin)
Ey! Elesius dağlarından esen rüzgar
Kıssamız burada biter
Bu kadar.
BİR COĞRAFYADIR İNSAN
Yalnızlık insanın coğrafyasıdır
bir dalın kırılırken çıkardığı ses
bir yaprağın sararıp kuruması
yalnızlıktandır hep.
Ağaçlar
acemi bir kuş konunca dallarına görürler
ama
en çileli yalnız olduklarını bilmezler
insanın coğrafyası da
tarihiyle büyür
kaç İstanbul fethederseniz edin
o kadar yalnızsınızdır içinizde
hiçbir İstanbul
yalnızlık kadar büyük değildir.
sevdalanmak
iki kişinin ebruli halidir,
yeni bir rengidir yalnızlığın
hep
geç kalmışlığın tarihiyle beraber
üst üste çekilmiş resimlere benzer
denizin mavisi durduk yerde soluyorsa
suya değdir yüreğini
esirgeme.
Aşık olmak
kendini sorgulamaktır aslında.
Yalnızlık insanın coğrafyasıdır
bir dalın kırılırken çıkardığı ses
bir yaprağın sararıp kuruması
yalnızlıktandır hep.
Ağaçlar
acemi bir kuş konunca dallarına görürler
ama
en çileli yalnız olduklarını bilmezler
insanın coğrafyası da
tarihiyle büyür
kaç İstanbul fethederseniz edin
o kadar yalnızsınızdır içinizde
hiçbir İstanbul
yalnızlık kadar büyük değildir.
sevdalanmak
iki kişinin ebruli halidir,
yeni bir rengidir yalnızlığın
hep
geç kalmışlığın tarihiyle beraber
üst üste çekilmiş resimlere benzer
denizin mavisi durduk yerde soluyorsa
suya değdir yüreğini
esirgeme.
Aşık olmak
kendini sorgulamaktır aslında.
13 Ekim 2016 Perşembe
İnsan zayıf güçsüz izansız yaratılmışsa buna yaslanıp yaşamak mı gerek?Ağaçların altından sözsüz geçmek,üstüne akan çam recinelerinin akıttığını toplayamamak ,gece öten kuşa derdini,yavaşça suya giren ördeğe suyu soramamak ne zor.Bir kainatın aptalı geliyor mu diyor şu iri taş ,çam bana mı silkelendi.
10 Ekim 2016 Pazartesi
Tepeden yuvarlanan taşın yol alışı ,öğle güneşi , sıcak , darlaşan ikindi ,hayat bazen işte bir hışırtı , bir kuşun iç çekişi ,uzaktan bir kanat sesi ,acaba o çobanlar ,bir zamanlar dağdan dereden kayarak geçenler ,yerde bir kiremit parçası , birinin yere düşmüş bir parça anısı ,kimden kime bir hayal olarak kalacak.İnsan kendini kime ne olarak bırakacak?
4 Ekim 2016 Salı
attila ilhan
bir namlu kımıldadı kurşun su gibi aktı
trafik lambaları yeşilden sarıya geçtiler
birden nasıl düştüm farkına varamadım
ayaklarımdan tutup sanki yere çektiler
meğerse vurulmuşum seni görünce anladım
yüzün cam yeşili gözlerin bütün ıslaktı
sevim senden başka bir kızla çıkmadım
ışıklar nereye saklandılar bilemiyorum
dudakların gölgeli gittikçe gölgeli
gittikçe yalnızım galiba ölüyorum
kurşunun fena bir yerime değdiği belli
ağzım kurumuş kan içinde bıyıklarım
uzandığım kaldırım gündüzden sımsıcaktı
sağa sola savrulmuş ders kitaplarım
bunlar benim miydi bunlar benim miydi
ölümün yaklaşması hayatı değiştiriyor
tuhaf şey dünyaya nasıl yabancılaştım
oysa sevişmek güzel çalışabilmek iyi
fakültede boykot yarın sona eriyor
sınavlar belki de öbürgün başlayacaktı
sevim senden başka bir kızla çıkmadım
sevim seni sevdim yeri geldi söylüyorum
şöyle bir dokunman insanı dinlendiriyor
kimde var bu soyulmuş muz güzelliği
bu gece derini gözler içinden çıkamadığım
belleğime işlenmiş bu başak inceliği
biraz daha sokulsana galiba ölüyorum
içimde ağır ağır bir çınar devriliyor
yoksulum mutluluğum seninle yaşamaktı
karanlık bir tren sonra ansızın kalktı
29 Eylül 2016 Perşembe
BÜYÜK İSTİFHAM ÜZERİNDE
1. şimdi sen olsan...
ilk sonbahar yağmuruyla oturduk hayli dertleştik
ben camın önündeydim o arkasındaydı
sen izmir taraflarında uzakça bir yerdeydin
dünden bugüne çektiklerin eksilmedi dedi yağmur bana
eksilmeyecek dedi bugünden yarına
bir hiçliğin koynunda istifham gibi büyüyeceksin
sual sorduğun herşey senden sual soracak
bitirdim sandığın vakit başladığını göreceksın
yağmurun altında insanlar biçimsizdiler
şimdi sen olsan ortalık şenlenecekti
sanki birdenbire ışıklar yanacaktı
oysa ben içimdeki kandili söndürecektim
2. gözlerimi kapasam
gözlerimi kapasam
akşam
bir karanlığın dibinden gözlerin ağzıma bakıyorlar
ellerimi yüzümü yıldızlarla yıkayorum
saçların boynuma sarılıyorlar
gözlerimi kapasam
sen boylu boyunca yanıbaşımdasın
dişlerinin arasında bembeyaz bir nilüfer
alevleri bile öpebilirmiş gibi
güçlü ve gururlu ağzın
beni öptüğün zaman erkek seni öptüğüm zaman kadın
yanıbaşımdasın
gözlerimi kapasam
senin için bir mısra tasarlasam
bir renk düşünsem
başımı senin dizine koyduğumu uyuduğumu düşünsem
çocuğunmuşum gibi saçlarımı okşadığını
kocanmışım gibi yakama çiçek taktığını
bir yağmur şehrin bütün seslerini öldürse
sen ve ben günün yirmi dört saatını öldürsek
boğazlasak
ellerin göğsüme girse avuçlayıp kalbimi koparsa
sımsıcak ben senin kanına girsem
kalbine kurulup otursam
gözlerimi kapasam
rüzgârın kapıları derhal açılacak
dağbaşlarının temkinli sessizliğiyle sonsuzluğu dinleyeceğiz
kendimizi inkâr edeceğiz
hele inkârımızı büsbütün inkâr edeceğiz
bütün münkirler günde beş vakit bizi inkâr edecekler
bir kibrit aydınlığında çatılmış kaşlarını göreceğim
jiletle çizilmiş gibi keskin
ince
içimde kanlı bir ihtilâl kopacak
dudakların bir akşam üstü dudaklarıma değince
kadehim kırılacak
münkirlere müminlere küfredeceğim
3. iki elin kızıl kanda
sökülüp
salkım salkım leylekler gelirse ilkbahar olur
kül mavinin yanına kirli sarı gelirse
sonbahar
sen benim yanıma gelirsen
kıyamet olur
bir damla gözyaşı okyanus boşluklarını doldurur
senin gözyaşların beş kıtayı eritirler
hünerli ellerin yeni bir dünya yaratırlar
gözlerimden milyonlarca yıldız çoğaltırsın
milyonlarca defa bakabilmem için
geceleri sana bir saniyede
parmaklarımdan istifhamlar çoğaltırsın
her ağacın dalına bir istifham asarsın
ölüme mahkûm eder beni asarsın
ben tutar seni asarım
karanlıkta kalmış çocuklara döneriz
artık ben diye bir şey kalmamıştır
sen diye bir şey yoktur
hiç gelmemişe döneriz
korkarız
gözlerine baktığım zaman
sonsuzluğu görebilmeliyim
parmaklarım dudaklarında dolaşırken
sonsuzluğa dokunmalı
konuştuğun zaman
sonsuzluğun sesini dinlemeliyim
bir istifham gibi eğilip
seni bir istifham gibi öpmeliyim
elimden ne gelirse yapmalıyım
bir tevrat bir incil bırakmalıyım
beni bir dağ başına koymalılar
başıma bir dağ koymalılar
anama avradıma sövmeliler
sen duymalısın
iki elin kızıl kanda olsa
gelmelisin
4. sen olmadığın vakit
sen olmadığın vakit büyük yalnızlığım var
dalgaların kendilerini taştan taşa vurmaları
sonbahar yıldızlarının sessiz sedasız çırpınmaları
ve büyük yalnızlığım var
biliyorsun hani o
rüzgârın gözüne karanlık bir yelken gibi açtığım
içimsıra vahşi bir kadın gibi taşıdığım yalnızlığım
sen olmadığın vakit o denizde
şarabım tuzlu bir lezzet kazanıyor
avuçlarımda bir ateş yanıyor
bir çift insan gözü
hırsızı iti uğursuzu
köpek gözü toz ve toprak
bir kadeh quantro bir kadeh rom bir kadeh yağmur
avuçlarımda ve çırılçıplak
sen olmadığın vakit ben de olmuyorum
o denizde gördüğüm sen
benim için bir şarkı söyleyecektin
hazırdın gitarını bir çocuk gibi dizlerine yatırdın
kanada'lı üç tayfa tezgâhın içine girdiler
karanlık kıllı kollarıyla şarkının içine girdiler
kavga çıktı birbirinin çenesini kırdılar
o denizde gördüğüm sen
benim için bir şarkı söyleyecektin
ağlayacaktın
görecektim
sıradan bir şarkı söyleyecektin
kanada'lı tayfalar kahrolup öleceklerdi
ben de ölecektim
5. değil mi ki...
şehrin üstünde tozlu bir ay silkinmektedir
mevsim yaz olmuş sonbahar olmuş ne umurum
değil mi ki o büyük istifham üzerindeyiz
birbirimizi seviyoruz
ve sevgimizden şüphe ediyoruz
ATTİLA İLHAN
1. şimdi sen olsan...
ilk sonbahar yağmuruyla oturduk hayli dertleştik
ben camın önündeydim o arkasındaydı
sen izmir taraflarında uzakça bir yerdeydin
dünden bugüne çektiklerin eksilmedi dedi yağmur bana
eksilmeyecek dedi bugünden yarına
bir hiçliğin koynunda istifham gibi büyüyeceksin
sual sorduğun herşey senden sual soracak
bitirdim sandığın vakit başladığını göreceksın
yağmurun altında insanlar biçimsizdiler
şimdi sen olsan ortalık şenlenecekti
sanki birdenbire ışıklar yanacaktı
oysa ben içimdeki kandili söndürecektim
2. gözlerimi kapasam
gözlerimi kapasam
akşam
bir karanlığın dibinden gözlerin ağzıma bakıyorlar
ellerimi yüzümü yıldızlarla yıkayorum
saçların boynuma sarılıyorlar
gözlerimi kapasam
sen boylu boyunca yanıbaşımdasın
dişlerinin arasında bembeyaz bir nilüfer
alevleri bile öpebilirmiş gibi
güçlü ve gururlu ağzın
beni öptüğün zaman erkek seni öptüğüm zaman kadın
yanıbaşımdasın
gözlerimi kapasam
senin için bir mısra tasarlasam
bir renk düşünsem
başımı senin dizine koyduğumu uyuduğumu düşünsem
çocuğunmuşum gibi saçlarımı okşadığını
kocanmışım gibi yakama çiçek taktığını
bir yağmur şehrin bütün seslerini öldürse
sen ve ben günün yirmi dört saatını öldürsek
boğazlasak
ellerin göğsüme girse avuçlayıp kalbimi koparsa
sımsıcak ben senin kanına girsem
kalbine kurulup otursam
gözlerimi kapasam
rüzgârın kapıları derhal açılacak
dağbaşlarının temkinli sessizliğiyle sonsuzluğu dinleyeceğiz
kendimizi inkâr edeceğiz
hele inkârımızı büsbütün inkâr edeceğiz
bütün münkirler günde beş vakit bizi inkâr edecekler
bir kibrit aydınlığında çatılmış kaşlarını göreceğim
jiletle çizilmiş gibi keskin
ince
içimde kanlı bir ihtilâl kopacak
dudakların bir akşam üstü dudaklarıma değince
kadehim kırılacak
münkirlere müminlere küfredeceğim
3. iki elin kızıl kanda
sökülüp
salkım salkım leylekler gelirse ilkbahar olur
kül mavinin yanına kirli sarı gelirse
sonbahar
sen benim yanıma gelirsen
kıyamet olur
bir damla gözyaşı okyanus boşluklarını doldurur
senin gözyaşların beş kıtayı eritirler
hünerli ellerin yeni bir dünya yaratırlar
gözlerimden milyonlarca yıldız çoğaltırsın
milyonlarca defa bakabilmem için
geceleri sana bir saniyede
parmaklarımdan istifhamlar çoğaltırsın
her ağacın dalına bir istifham asarsın
ölüme mahkûm eder beni asarsın
ben tutar seni asarım
karanlıkta kalmış çocuklara döneriz
artık ben diye bir şey kalmamıştır
sen diye bir şey yoktur
hiç gelmemişe döneriz
korkarız
gözlerine baktığım zaman
sonsuzluğu görebilmeliyim
parmaklarım dudaklarında dolaşırken
sonsuzluğa dokunmalı
konuştuğun zaman
sonsuzluğun sesini dinlemeliyim
bir istifham gibi eğilip
seni bir istifham gibi öpmeliyim
elimden ne gelirse yapmalıyım
bir tevrat bir incil bırakmalıyım
beni bir dağ başına koymalılar
başıma bir dağ koymalılar
anama avradıma sövmeliler
sen duymalısın
iki elin kızıl kanda olsa
gelmelisin
4. sen olmadığın vakit
sen olmadığın vakit büyük yalnızlığım var
dalgaların kendilerini taştan taşa vurmaları
sonbahar yıldızlarının sessiz sedasız çırpınmaları
ve büyük yalnızlığım var
biliyorsun hani o
rüzgârın gözüne karanlık bir yelken gibi açtığım
içimsıra vahşi bir kadın gibi taşıdığım yalnızlığım
sen olmadığın vakit o denizde
şarabım tuzlu bir lezzet kazanıyor
avuçlarımda bir ateş yanıyor
bir çift insan gözü
hırsızı iti uğursuzu
köpek gözü toz ve toprak
bir kadeh quantro bir kadeh rom bir kadeh yağmur
avuçlarımda ve çırılçıplak
sen olmadığın vakit ben de olmuyorum
o denizde gördüğüm sen
benim için bir şarkı söyleyecektin
hazırdın gitarını bir çocuk gibi dizlerine yatırdın
kanada'lı üç tayfa tezgâhın içine girdiler
karanlık kıllı kollarıyla şarkının içine girdiler
kavga çıktı birbirinin çenesini kırdılar
o denizde gördüğüm sen
benim için bir şarkı söyleyecektin
ağlayacaktın
görecektim
sıradan bir şarkı söyleyecektin
kanada'lı tayfalar kahrolup öleceklerdi
ben de ölecektim
5. değil mi ki...
şehrin üstünde tozlu bir ay silkinmektedir
mevsim yaz olmuş sonbahar olmuş ne umurum
değil mi ki o büyük istifham üzerindeyiz
birbirimizi seviyoruz
ve sevgimizden şüphe ediyoruz
ATTİLA İLHAN
28 Eylül 2016 Çarşamba
GÖZLERİYLE CELLAT
kalın mavi camdan bir duvara çarptım
hay allah / gözleriniz değil miymiş
üç gün üç gece oturdum resmini yaptım
bir de baktım paletimde mavi boya bitmiş
çünkü ne yeşim mavisi ne kum mavisiymiş
gizemli yanı dolu / hayli karışık bir iş
neden sonra lacivert anaforlar saptadım
arada pırıltılar leylak rengi meneviş
böyle göz mü olurmuş galiba karıştırdım
korkulu bir yolculuk bu / bir cehenneme iniş
mavi ala dönüşüyor biraz da mor yakaladım
ince bir yürek telaşı bir göğüs geçiriş
hayranlık korkuyla sanki yer değiştirmiş
bir ıslık duyuyorum jilet gibi bilenmiş
hain fısıltıları birden anlayamadığım
sehpanızın altındayım idamıma hükmedilmiş
14 Eylül 2016 Çarşamba
12 Eylül 2016 Pazartesi
RÜZGÂR GÜLÜ
önümden çekilirsen istanbul görünecek
nerede olduğumu bileceğim
sisler utanacak eğilecek
ağzının ucundan öpeceğim
saçına kalbimi takacağım
avcunda bir şiir büyüyecek
nerede olduğumu bileceğim
bu çıplak geceler yok mu
bu plak böyle ağlamıyor mu
camları kırmak işten değil
delirecek miyim neyim
kirpiklerimden mısra dökülüyor
kenya'da simsiyah yalnızım
yoksul bir şilepte gemiciyim
malezya'da yük bekliyorum
önümden çekilirsen istanbul görünecek
nerede olduğumu bileceğim
gözlerini söndürme muhtacım
ben senin aydınlığına muhtacım
yepyeni bir ilkbahar harcayıp
bir yaz boğup bir sonbahar harcayıp
rüzgâr gülünü arayacağım
oran'da pernanbouc'ta tombuktu'da
vinçler yine akşamları indirecekler
yine karanlığa bulaşacağım
gözlerin rüzgârda savrulacak
ikimiz iki sap buğday olsak
sen benim olsan ben senin olsam
bir gece vakti aklına gelsem
uykunu tutsam bırakmasam
seni kucaklasam kucaklasam
birbirimizin kalbini dinlesek
dünyanın kalbini dinlesek
büyük ateşler yaksalar
iki güvercin uçursalar
nerede olduğumuzu bilsek
BEN SANA MECBURUM
Ben sana mecburum bilemezsin
Adını mıh gibi aklımda tutuyorum
Büyüdükçe büyüyor gözlerin
Ben sana mecburum bilemezsin
İçimi seninle ısıtıyorum.
Ağaçlar sonbahara hazırlanıyor
Bu şehir o eski İstanbul mudur
Karanlıkta bulutlar parçalanıyor
Sokak lambaları birden yanıyor
Kaldırımlarda yağmur kokusu
Ben sana mecburum sen yoksun.
Sevmek kimi zaman rezilce korkuludur
İnsan bir akşam üstü ansızın yorulur
Tutsak ustura ağzında yaşamaktan
Kimi zaman ellerini kırar tutkusu
Bir kaç hayat çıkarır yaşamasından
Hangi kapıyı çalsa kimi zaman
Arkasında yalnızlığın hınzır uğultusu
Fatih'te yoksul bir gramofon çalıyor
Eski zamanlardan bir cuma çalıyor
Durup köşe başında deliksiz dinlesem
Sana kullanılmamış bir gök getirsem
Haftalar ellerimde ufalanıyor
Ne yapsam ne tutsam nereye gitsem
Ben sana mecburum sen yoksun.
Belki haziran da mavi benekli çocuksun
Ah seni bilmiyor kimseler bilmiyor
Bir şilep sızıyor ıssız gözlerinden
Belki Yeşilköy'de uçağa biniyorsun
Bütün ıslanmışsın tüylerin ürperiyor
Belki körsün kırılmışsın telaş içindesin
Kötü rüzgar saçlarını götürüyor
Ne vakit bir yaşamak düşünsem
Bu kurtlar sofrasında belki zor
Ayıpsız fakat ellerimizi kirletmeden
Ne vakit bir yaşamak düşünsem
Sus deyip adınla başlıyorum
İçim sıra kımıldıyor gizli denizlerin
Hayır başka türlü olmayacak
Ben sana mecburum bilemezsin.
SİSLER BULVARI
elinin arkasında güneş duruyordu
aylardan kasımdı üşüyorduk
ağacın biri bulvarda ölüyordu
şehrin camları kaygısız gülüyordu
her köşe başında öpüşüyorduk
sisler bulvarı'na akşam çökmüştü
omuzlarımıza çoktan çökmüştü
kesik birer kol gibi yalnızdık
dağlarda ateşler yanmıyordu
deniz fenerleri sönmüştü
birbirimizin gözlerini arıyorduk
sisler bulvarı'nda seni kaybettim
sokak lambaları öksürüyordu
yukarıda bulutlar yürüyordu
terkedilmiş bir çocuk gibiydim
dokunsanız ağlayacaktım
yenikapı'da bir tren vardı
sisler bulvarı'nda öleceğim
sol kasığımdan vuracaklar
bulvar durağında düşeceğim
gözlüklerim kırılacaklar
sen rüyasını göreceksin
çığlık çığlığa uyanacaksın
sabah kapını çalacaklar
elinden tutup getirecekler
beni görünce taş kesileceksin
ağlamayacaksın! ağlamayacaksın!
sisler bulvarı'ndan geçtim sırılsıklamdı
ıslak kaldırımlar parlıyordu
durup dururken gözlerim dalıyordu
bir bardak şarabda kayboluyordum
gece bekçilerine saati soruyordum
evime gitmekten korkuyordum
sisler boğazıma sarılmışlardı
bir gemi beni afrika'ya götürecek
ismi bilmiyorum ne olacak
kazablanka'da bir gün kalacağım
sisler bulvarını hatırlayacağım
kırmızı melek şarkısından bir satır
lodos'tan bir satır yağmur'dan iki
senin kirpiklerinden bir satır
simsiyah bir satır hatırlayacağım
seni hatırlatanın çenesini kıracağım
limanda vapur uğuldayacak
sisler bulvarı bir gece haykırmıştı
ağaçları yatıyordu yoksuldu
bütün yaprakları sararmıştı
bütün bir sonbahar ağlamıştı
ağlayan sanki istanbul'du
öl desen belki ölecektim
içimde biber gibi bir kahır
bütün şiirlerimi yakacaktım
yalnızlık bana dokunuyordu
eğer sisler bulvarı olmasa
eğer bu şehirde bu bulvar olmasa
sabah ezanında yağmur yağmasa
şüphesiz bir delilik yapardım
hiç kimse beni anlayamazdı
on beş sene hüküm giyerdim
dördüncü yılında kaçardım
belki kaçarken vururlardı
sisler bulvarı'ndan geçmediğim gün
sisler bulvarı öksüz ben öksüzüm
yağmurun altında yalnızım
ağzım elim yüzüm ıslanıyor
tren düdükleri iç içe giriyorlar
aklımı fikrimi çeliyorlar
aksaray'da ışıklar yanıyor
sisler bulvarı ayaklanıyor
artık kalbimi susturamıyorum
elinin arkasında güneş duruyordu
aylardan kasımdı üşüyorduk
ağacın biri bulvarda ölüyordu
şehrin camları kaygısız gülüyordu
her köşe başında öpüşüyorduk
sisler bulvarı'na akşam çökmüştü
omuzlarımıza çoktan çökmüştü
kesik birer kol gibi yalnızdık
dağlarda ateşler yanmıyordu
deniz fenerleri sönmüştü
birbirimizin gözlerini arıyorduk
sisler bulvarı'nda seni kaybettim
sokak lambaları öksürüyordu
yukarıda bulutlar yürüyordu
terkedilmiş bir çocuk gibiydim
dokunsanız ağlayacaktım
yenikapı'da bir tren vardı
sisler bulvarı'nda öleceğim
sol kasığımdan vuracaklar
bulvar durağında düşeceğim
gözlüklerim kırılacaklar
sen rüyasını göreceksin
çığlık çığlığa uyanacaksın
sabah kapını çalacaklar
elinden tutup getirecekler
beni görünce taş kesileceksin
ağlamayacaksın! ağlamayacaksın!
sisler bulvarı'ndan geçtim sırılsıklamdı
ıslak kaldırımlar parlıyordu
durup dururken gözlerim dalıyordu
bir bardak şarabda kayboluyordum
gece bekçilerine saati soruyordum
evime gitmekten korkuyordum
sisler boğazıma sarılmışlardı
bir gemi beni afrika'ya götürecek
ismi bilmiyorum ne olacak
kazablanka'da bir gün kalacağım
sisler bulvarını hatırlayacağım
kırmızı melek şarkısından bir satır
lodos'tan bir satır yağmur'dan iki
senin kirpiklerinden bir satır
simsiyah bir satır hatırlayacağım
seni hatırlatanın çenesini kıracağım
limanda vapur uğuldayacak
sisler bulvarı bir gece haykırmıştı
ağaçları yatıyordu yoksuldu
bütün yaprakları sararmıştı
bütün bir sonbahar ağlamıştı
ağlayan sanki istanbul'du
öl desen belki ölecektim
içimde biber gibi bir kahır
bütün şiirlerimi yakacaktım
yalnızlık bana dokunuyordu
eğer sisler bulvarı olmasa
eğer bu şehirde bu bulvar olmasa
sabah ezanında yağmur yağmasa
şüphesiz bir delilik yapardım
hiç kimse beni anlayamazdı
on beş sene hüküm giyerdim
dördüncü yılında kaçardım
belki kaçarken vururlardı
sisler bulvarı'ndan geçmediğim gün
sisler bulvarı öksüz ben öksüzüm
yağmurun altında yalnızım
ağzım elim yüzüm ıslanıyor
tren düdükleri iç içe giriyorlar
aklımı fikrimi çeliyorlar
aksaray'da ışıklar yanıyor
sisler bulvarı ayaklanıyor
artık kalbimi susturamıyorum
6 Eylül 2016 Salı
1 Eylül 2016 Perşembe
Ben küçükken babam beni bir tabelacının yanına çırak vermisti burada, Erdek'te. derken bir gün, bir cuma vakti, beni dükkânda bırakıp namaza giden adamcagız, orada kalp krizi geçirip ölüvermisti. Dükkân birilerinin aklına ta gece yarısı geldigi için, o saate kadar bir sandalyenin üstünde beklemistim öylece. Onunla yaptığımız tabelalardan birini gördüm meydana çıkarken. Demek ki insan, yaşıyorsa nasıl olsa iz bırakıyor, bir zeytincinin paslanmıs tabelasında bile olsa. İlla birilerinin kalbini dağlamanın lüzumu yok iz bırakmak için demek ki. Yanımda olsaydı ona da anlatırdım bu cuma namazı hikâyesini, tabelayı gösterip. Sonra tabelacılığın eskiden nasıl bir sey oldugunu, nasıl yapıldığını, simdikilerin her seyi bilgisayardan çıkarıp hazırladıgını, bu isin asıl o zamanlarda marifet sayıldıgını anlatırdım. Ne çok severim karsımdakinin hiç bilmedigini anladıgım bir seyi uzun uzun, yaya yaya anlatmayı. hayran hayran bakardı bana, sussam öpüverecek gibi. Off! git aklımdan n'olur!
Olduğu Kadar Güzeldikkkk
Olduğu Kadar Güzeldikkkk
22 Temmuz 2016 Cuma
Yanlış anlamayın beni n'olur! Sizinle birlikte olmaktan ötürü mutsuz değilim.Tersine ,bu beni mutlu ediyor.Benim mutsuzluğumun kaynağı burada olmak.
"Ama benimle buradan başka bir yerde birlikte olamazsın ki..."
"Bazı sevgiler imkansızlıklarıyla vardırlar ya Şahmeran"dedi Camsap.
"Kim bilir belki sevgi imkansız bir şeydir ya Camsap dedi Şahmeran...
"Ama benimle buradan başka bir yerde birlikte olamazsın ki..."
"Bazı sevgiler imkansızlıklarıyla vardırlar ya Şahmeran"dedi Camsap.
"Kim bilir belki sevgi imkansız bir şeydir ya Camsap dedi Şahmeran...
9 Temmuz 2016 Cumartesi
7 Temmuz 2016 Perşembe
“Beni affedin efendim. Bir yanlış anlama da olabilir ama, beni siz mi çağırdınız? Bana siz mi ‘Gel’ dediniz?”
Eflatun’u tepeden tırnağa süzen şeyh ona şu cevabı verdi:
“Biz insanlara ‘Gel’ diyenleriz. Doğru yere geldin.”
Sevince kapılan Eflatun, kendisine gülümseyen şeyhe şu soruyu sordu:
“Peki niye beni çağırdınız? Bir emriniz, bir ihtiyacınız mı var?”
Gözlerinin içi gülen şeyh, usül gereği, kalkmadan önce yeri öptü ve “Evet,” dedi. “Senin temiz kalbine ihtiyacımız var. Bazıları var ki buraya gelir ve huzur bulur, yine bazıları var ki buraya gelir ve bizler onda huzuru buluruz.”
Eflatun’u tepeden tırnağa süzen şeyh ona şu cevabı verdi:
“Biz insanlara ‘Gel’ diyenleriz. Doğru yere geldin.”
Sevince kapılan Eflatun, kendisine gülümseyen şeyhe şu soruyu sordu:
“Peki niye beni çağırdınız? Bir emriniz, bir ihtiyacınız mı var?”
Gözlerinin içi gülen şeyh, usül gereği, kalkmadan önce yeri öptü ve “Evet,” dedi. “Senin temiz kalbine ihtiyacımız var. Bazıları var ki buraya gelir ve huzur bulur, yine bazıları var ki buraya gelir ve bizler onda huzuru buluruz.”
19 Haziran 2016 Pazar
İnsanlara saatleri anlatmak isterdim.Mekanizmalarının inceliğini ,yayların korkunçluğunu ,çarkların karanlığını.Şimdi kimse saat nedir farkında bile değil.Belki bunun için insanlar kederli,belki bunun için hikayelerini bile anlatmıyorlar.Akreple yelkovanın arasında nasıl bir can vardır,hissetmiyorlar bile .İnsanlara saatlerin sırrını anlatmak isterdim.O zaman uykuda uyanır gibi dünyaya gözlerini açarlardı.Kederlerinden kurtulur,belki kendi hikayelerini anlatabilirlerdi.
11 Mayıs 2016 Çarşamba
KURULMUŞ BEBEK
Bunlardan önce, ah, evet
Bunlardan önce sessiz kalınabilirdi
Saatler boyunca
Ölülerin bakışı gibi sabit bir bakışla
Dalınıp kalınabilirdi bir sigaranın dumanında
Dalınıp kalınabilirdi bir fincanın şeklinde
Halıdaki renksiz bir çiçekte
Duvardaki belli belirsiz bir çizgide
Kuru el ayalarıyla
Perde bir tarafa çekilebilirdi ve görülebilirdi
Sokaktaki yağmurun hızla yağdığı
Renkli, küçük uçurtmasıyla bir çocuğun
Ayakta durduğu, bir kemerin altında
Eski bir at arabasının boş meydanı
Aceleyle, hayhuylar arasında terk ettiği
Ölülerin bakışı gibi sabit bir bakışla
Dalınıp kalınabilirdi bir sigaranın dumanında
Dalınıp kalınabilirdi bir fincanın şeklinde
Halıdaki renksiz bir çiçekte
Duvardaki belli belirsiz bir çizgide
Kuru el ayalarıyla
Perde bir tarafa çekilebilirdi ve görülebilirdi
Sokaktaki yağmurun hızla yağdığı
Renkli, küçük uçurtmasıyla bir çocuğun
Ayakta durduğu, bir kemerin altında
Eski bir at arabasının boş meydanı
Aceleyle, hayhuylar arasında terk ettiği
Devamlı aynı yerde kalınabilirdi
Perdenin yanında, ama kör, ama sağır
Perdenin yanında, ama kör, ama sağır
Bağırılabilirdi
Gayet yabancı bir sesle, gayet yabancı bir sesle
“Seni seviyorum”
Güçlü bir adamın kollarında
Güzel ve sağlam bir nesne olunabilirdi
Gayet yabancı bir sesle, gayet yabancı bir sesle
“Seni seviyorum”
Güçlü bir adamın kollarında
Güzel ve sağlam bir nesne olunabilirdi
Deriden yapılmış sofra gibi bir vücutla
Sert ve iri göğüslerle
Bir sarhoşun, bir delinin, bir berduşun yatağında
Bir aşkın temizliği kirletilebilirdi
Sert ve iri göğüslerle
Bir sarhoşun, bir delinin, bir berduşun yatağında
Bir aşkın temizliği kirletilebilirdi
Zekayla aşağılanabilirdi
Hayret verici tüm bulmacalar
Sadece bulmaca çözülebilirdi
Sadece saçma bir cevap bulunarak hoşnut olunabilirdi
Saçma bir cevap, evet, beş veya altı harflik
Hayret verici tüm bulmacalar
Sadece bulmaca çözülebilirdi
Sadece saçma bir cevap bulunarak hoşnut olunabilirdi
Saçma bir cevap, evet, beş veya altı harflik
Bir ömür oturulabilirdi
Öne düşmüş bir başla
Soğuk bir mezarın ayakucunda
Meçhul bir Tanrı görülebilirdi
Zayıf bir inanç birkaç kuruşla bulunabilirdi
Mescidin odaları çürütülebilirdi
“Ziyaretname” okuyan yaşlı adamın yaptığı gibi
Öne düşmüş bir başla
Soğuk bir mezarın ayakucunda
Meçhul bir Tanrı görülebilirdi
Zayıf bir inanç birkaç kuruşla bulunabilirdi
Mescidin odaları çürütülebilirdi
“Ziyaretname” okuyan yaşlı adamın yaptığı gibi
Sıfır misali; toplamadaki, çarpmadaki, çıkarmadaki
Sonuç daima aynı olunabilirdi
Gözlerim kahrının kozasında
Yıpranmış bir ayakkabının renksiz tokası sanılabilirdi
Su gibi kendinin derinliklerinde kurutulabilirdi
Sonuç daima aynı olunabilirdi
Gözlerim kahrının kozasında
Yıpranmış bir ayakkabının renksiz tokası sanılabilirdi
Su gibi kendinin derinliklerinde kurutulabilirdi
Bir anın güzelliği, utançla
Şipşak çekilmiş gülünç bir siyah beyaz bir fotoğraf gibi
Sandığın diplerinde saklanabilirdi
Şipşak çekilmiş gülünç bir siyah beyaz bir fotoğraf gibi
Sandığın diplerinde saklanabilirdi
Bir günün boş kalmış çerçevesinde
Bir mahkum veya bir mağlubun ya da bir idamlığın resmi asılabilirdi
Bir mahkum veya bir mağlubun ya da bir idamlığın resmi asılabilirdi
Posterlerle duvardaki çatlaklar kapatılabilirdi
Daha uyduruk resimler katılabilirdi
Daha uyduruk resimler katılabilirdi
Böylece kurulmuş bebekler olunabilirdi
Kendi dünyalarının camdan gözleriyle görebilirlerdi
Kendi dünyalarının camdan gözleriyle görebilirlerdi
Bezden bir kutuda
Saman doldurulmuş bir bedenle
Senelerce danteller ve pullarla iç içe uyunabilirdi
Her bir elin anlamsız sıkışıyla
Sebepsiz bağırılabilir ve denebilirdi
“Ah, çok memnun oldum.”
Saman doldurulmuş bir bedenle
Senelerce danteller ve pullarla iç içe uyunabilirdi
Her bir elin anlamsız sıkışıyla
Sebepsiz bağırılabilir ve denebilirdi
“Ah, çok memnun oldum.”
Furuğ Ferruhzad
14 Mart 2016 Pazartesi
"Ne yaparlardı? Nasıl yaşarlardı? Nereden geliyorlardı? Nereye
gidiyorlardı? Kimse bilmiyordu. İşte böyle bir masaldı. Bilge'nin aklından bu masaldan
geriye, sadece kendi ağlaması kalmıştı albayım. Oysa Hikmet ağlayamıyordu. Oysa, Bilge
gibi ağlayabilseydi, açılırdı. Ağlayamadığı için kapanmıştı, içine kapanmıştı, gecekonduya
kapanmıştı. Aşkın göz yaşları onu bırakmıştı. Aklın göz yaşları onu bırakmıştı. Bununla
birlikte sonuç çok acıklı oldu; fakat sebebi anlaşılamadı.İyi tahliller yapılamadı kahramanlar yerli yerine oturtulamadı, çevre iyi verilemedi, birçok güzellik anlatılamadı, olaylar sonuna
kadar götürülemedi. Bu yüzden oyunların güzelliği de anlaşılamadı. Satıldı, fakat ücreti
ödenmedi. Son dakikada bir aksilik çıktı; dava esastan bozuldu. Bir yanlış anlaşılma
olmuştu. Affedersiniz yanlışlık olmuştu: Hikmet değil Fikret'ti. Mesela böyle bir şeydi.
Affedersinizdi."
11 Mart 2016 Cuma
«Bu çekişmeler, işin başındaydı doktor. Şimdi her organım, kendine uygun eşler seçerek
durumu kurtarıyor. Bütün organlarımın hayali iyi işliyor albayım.- Beynim, dünyanın en
yetenekli bedeniyle birlikte yaşıyor; ötekiler de cam kırıklarıyla dolu beynimden
kurtuldular ve yerine bir şey koymadılar, böylece daha rahat yaşıyorlarmış, ha - ha. Fakat
sonunda birbirleriyle uyuşamayan bir sürü Hikmet çıktı ortaya. Bilmem ki bu Hikmetleri
bir arada size nasıl anlatsam?»
10 Mart 2016 Perşembe
Herkes, Bilge gibi bu masal dünyasında gerçek yerini
almaya başlarsa, gecekondunun, emekli albay Hüsamettin Beyin, dul kadının ve çocuklarının
ne değeri kalırdı? Hikmetin gecekonduda kurduğu dünya, birden fakirleşmişti. Hikmet,
tehlikeli bir teşebbüste bulunmuştu Bilge'yi getirmekle. Gecekondudakileri çıplak bir
ışığın altında görünce ne yapacaktı Hikmet? Onlar da, yazmağa çalıştığı oyunların
kahramanları gibi, güneşe çıkınca toz olmayacaklar mıydı? Hüsamettin Bey bütün bunları,
düşünmeden, bir anda hissetti; Bilge de, bilmediği bir akışın içinde, uygun olmayan bir
yerde bulunduğunu sezdi. Bir süre, konuşmadan oturdular.
Albayın durumu sarsılmıştı:
9 Mart 2016 Çarşamba
Hikmet de, eşyalarının bir türlü dolduramadığı
salonda bütün gece yalnız başına düşünüyordu. Sonra bu zaman, düşünmek için ona fazla
geldiği için okumaya başladı. Bazen, bir iki arkadaşın da yanılıp uğradığı oluyordu. Sevgi'nin
uyumuş olduğunu ve Hikmet'in tek başına okuduğunu görenler, yeniden bu evle ilgilenmeğe
başladılar. Üstelik Hikmet, okudukları üzerinde fikir yürütmeğe de başlamıştı. Yavaş bir
sesle —karısı uyanmasın diye— kitaplar hakkında değişik sözler ediyordu. Galiba Hikmet
artık dinlendi gibi sözler ediyordu Hikmet'e duyurmadan...
8 Mart 2016 Salı
Hayır, kelimeler aldatıcıydı; kelimeler, bizi gerçeklerden uzaklaştıran küçük
tuzaklardı. Sevgi, o gece daha birçok şey düşündü, birçok şey hissetti. Neler olduğu
sorulursa 'şey' kelimesinden başka türlü tarif edemeyeceği bir sürü şey. Allahım, dedi
sonunda; ne olurdu bütün bu 'şey'leri anlatabilecek gücüm olsaydı.
Beyaz gömlekliler Tarikatının en aşağı mertebesinde bulunan hademeler başlarını sallıyorlardı: Üstadı âzamlar sadece 'Enteresan Vakalar ile ilgilenirlerdi. Yani, hastayakınlarının anlayacağı dille 'Ümitsiz Hastalara bakarlardı. Bilim bu demekti. Böyle, ölüme
yakın talihli hastaların çevresinde asistanlardan, mütehassıslardan meydana gelmiş kutsal
bir daire bulunurdu. Ve bu 'Enteresan Vaka'dan, bütün insanlık için mutlu bir sonuç
çıkarılırdı. Bilim bu demekti...
Milyonlarca insanın kurtulması için çalışan bir tıp
devi olarak, zavallı bir tozun hayatı için endişelenen önemsiz bir molekülden başka bir şey
olmayan hastayakınlarını küçümseyici bakışlarıyla ezip geçiveriyorlardı. Bu
şaşkın kalabalığa; üzerinde hiç bir şey yazmadığı için arkasında neler olup bittiği belli
olmayan bir kapının aralığından saydam tül gibi süzülerek kayboluyorlardı. Üzerinde
tabelalar bulunan kapıların gerisinde de genellikle canlı bir varlık bulunmuyordu. Vakit
çoktu, bekleniyordu. Tecrübeli hastayakınlan, üstü yazısız kapıların önünde birikiyordu.
Sonra, durmadan bekleniyordu. Fakat aman Allahım! Ne kadar çok bekleniyordu...
İhtiras kelimesini düşündü Sevgi, bir süre. Hayır, düşünmedi: Hayvanat
bahçesine ilk defa götürülmüş bir çocuk gibi baktı bu vahşi kelimeye. İhtiras, basitlik ve
bayağılıktı. İhtiras, babasının gülünç tavırlarla giyinip, sokak dişilerinin peşinden
koşmasıydı. İhtiras, Selim Bey gibi bir insanın bile, onu yüzüstü bırakan bir kadın için,
gece yanlarına kadar kan ter içinde koşuşmasıydı; nefes nefese koltukları , kanepeleri,
dolapları, masaları eve taşımasıydı; bir gün her tarafını otlar bürüyen bahçeye yüksek
duvarlar yaptırmasıydı: Sesi unutulan karışık zil tertibatlarıyla evi donatmasıydı. İhtiras,
Sevgi'den çok daha güçlü insanların sonunda bu küçük ve güçsüz ve üşüyen kızdan daha
bitkin, daha yorgun düşmesiydi. Oysa, Selim Beyin yarım kalan parçaları gibi küçük şarkılar
yazılabilirdi,birbirine karşı çıkmayan yumuşak yaşantılar anlatılabilirdi. 'Olağanüstü' gibi bir kelimenin hırpalamayacağı sıcak dünyalar kurulabilirdi. Oysa
ihtiras, insanın başkalarında, koltuğunda otururken bile hissettiği üşütücü bir hastalıktı.
Hafifçe ürperdiğini hissetti.
Bu zayıf, bu soluk, bu yerinden kalkacak hâli olmayan, bu fransızca roman okumaktan
başka bir şey bilmeyen kadın, nasıl olur da bu kadar direnebilirdi? Bu kuvveti nasıl
bulabilirdi? Süleyman Turgut Bey o anda karısından ve onunla birlikte bütün kadınlardan,
erkeğe zayıflığını hissettiren bütün budala ve inatçı kadınlardan, yani bütün kadınlardan,
hepsinden, hepsinden nefret etti.
Her söze atılan insanların telaşından
rahatsız olurdu. Kendisini koruması gerekiyordu: Hayatta güçlüklerle karşılaşıyordu.
Okulda aceleyle söylenen yanlış sözler, alaylara yol açıyordu. Durgun, tutuk ve suskun
insanlar, bir yerde rahat bırakılıyordu.Onlarla uğraşmaya değmez deniyordu (küçümseyici bakışlarla). İnsan zamanla bu bakışlardan kurtulabilirdi. Uzun ve
zahmetli bir çalışmayla herkes utandırılabilirdi. Herkes bir yerde, bir anda takılabilirdi.
Beklemesini bilenler, herhalde bu dünyada bulunan (bulunması gereken) insanüstü bir
kuvvetin gözünden kaçmazdı. Kendilerine yazık edenler, zamanın her şeyi nasıl
halledeceğini bilemeyenlerdi.
7 Mart 2016 Pazartesi
Fikret aptaldı; çünkü, odada ikimiz başbaşa kalınca, karıları mutfakta
yemek hazırlayan iki kocanın konuşmalarına sürüklemeğe çalışıyordu beni. Sevgi aptaldı;
çünkü şarkı söylüyordu mutfakta, zafer şarkısını. Fakat onu perişan ettim; kazandığı
zaferler yüzünden mahvettim onu. Ha-ha. Böyle zaferler kazanmağa çalışmasaydı
sonumuz, başka türlü olurdu albayım...
4 Mart 2016 Cuma
Montaigne,
kötü davranışlardan, istemediğiniz için kaçının, diyor:
beceremediğiniz için değil. Beni ne güzel açıklıyor. Ben de
diyorum ki: Sayın Montaigne ve sizin gibiler! Canınız cehenneme!
Sizin haklı olmanız bana hiçbir şey kazandırmıyor. Köşemde kıvrılıp ölüyorum işte. Siz de sevimli akrabalarım
kadar yabancısınız bana. Adınız Marki bilmem ne de
olsa...
Odadaki bütün ışıkları yaktım, banyonun kapısını açtım.
Bütün gece onun gelmesini bekleyeceğim herhalde. Beni
uykuda yakalamasına izin vermeyeceğim. Onun kıskançlığından da bıktım usandım: kitap okumamı istemez, düşünmemi
istemez, oyun seyretmemi istemez. Böyle bir baskıya
gireceğimi bilseydim daha önce evlenirdim.
Kafatasımın çok inceldiğini hissediyorum.
Yürürken çok dikkat ediyorum: bir yere çarparsam sanki
dağılacak. Camdan bir kafanın içinde ağır bir beyin: başımı
taşıyamıyorum. Çıkıntılı yerlerden geçerken korkuyorum.
Berbere gittim. Binayı pürüzlü bir sıvadan yapmışlar: sıvanın
sivri uçları beynimi delecekmiş gibi geldi. Berber de yüzümü yorgun buldu. Sakalım zor tıraş ediliyormuş. Biraz
konuşsaydık belki o da evlenmemi tavsiye ederdi. Ben parçalarımı bir arada tutmak için olağanüstü bir çaba harcıyorum:
tutmuş benden ne istiyorlar. Selim gibi görünmenin
bana neye mal olduğunu bir bilseler.
Gelin, hep birlikte,
önce yaşarken öldürelim beni. Aklıma geldiği zaman bile
ürperdiğim yaşantılarımı ortaya koyalım: didik didik edelim.
Ondan sonra ölümün bir anlamı olur benim için. Sizin
de işinize yarar: benim gibilerden sakınırsınız bundan sonra.
Hayır işinize yaramaz. Ortalıkta dolaşmanızdan, pek zarar
görmüş bir durumunuz sezilmiyor. Belki de gizli gizli
zehirlemişimdir sizleri. Gelin, hep birlikte yapalım şu işi:
acımasız, soğukkanlı.
3 Mart 2016 Perşembe
Karısına yorgun gözlerle baktı. Nermin,
gazeteyi yavaş bir hareketle elinden bıraktı. Turgut,
onun sakin, meraklı yüzünü, biçimli ellerini, koltuğu çapraz
kesen bacaklarını inceledi. Sonra hemen yoruldu, gözlerini
kıstı: karısının görüntüsü hafifçe bulandı, uzaklaştı.
Şimdi Nermin salonun çok uzak bir köşesinde oturuyordu.
Turgut için: yüzlerce metre uzakta. Parmağını gözbebeğinin
altına batırdı: bir Nermin yerinde kaldı, bir Nermin de, karısına
benzeyen bir renkli gölge de, yukarı aşağı oynadı. İşte bir hayalden ibaret: parmağımla oynatabildiğim bir şekil
Olur şey değil! Hüsnü
Beyle Mürvet Hanımın biricik oğlu, modern mimarlığın en
üstün yapıtlarından sayılan küçük burjuva tapınağının sayısız
cilalı tuğlalarından biri, bir karı ve iki çocuğun sorumlu
saymanı, KayalıMehmetliHulkiBeylikapıcılıbakkallı-
arabalı karmaşık ağın ana düğümü Turgut Özben parkta,
paranızı paranız kadar artıran bir bankanın adını üzerine
dağladığı bir bankın üstüne oturmuş düşünüyordu...
2 Mart 2016 Çarşamba
Turgut, Günseli’nin sustuğunu görünce telaşlandı. “Ne
olur, hep anlatın,” diye yalvardı. “Ne olur hiç susmayın.
Buradan sıkıldınızsa başka yere gidelim. Siz yolda da anlatın.
Her şeyi anlatın. Ne durumda olduğumu bir bilseniz...”
Durdu, gülerek: “Selim ne derdi şimdi?” diye sordu. Günseli,
iri gözlerini açtı, çocuksu bir gururla: “Ne durumda olduğunuzu
bilseydim, hamiyetten gözümün yaşını tutamazdım,
değil mi?” “Gördünüz mü, benden saklayacak hiçbir
şeyiniz olmamalı.” “Doğru. Hem o kadar yalnızım ki.”
Selim de can sıkıcı ve hayal kırıcı görünüşünün, insana
yeni heyecanlar ilham etmeyen pısırıklığının farkındaydı.
Her gece yatakta bu durumdan kurtulmak için Allah’a yalvarıyordu:
omuzları biraz daha genişleyemez miydi? Gittiği
partilerde bir kenarda oturup surat asmamak için acaba ona
dans öğretilemez miydi? Allah, Selim’e dans öğretmeye pek
niyetli görünmüyordu. Her şeye kadir olduğu halde böyle
küçük işlerde bile kullarına yardım etmiyordu. Üstelik bu
işlere Metin’i memur ediyordu ve Metin de Selim’in beceriksizliğiyle
alay ediyordu: Selim’in hiçbir şey öğrenemeyeceğini
söyleyerek gülüyordu. Selim ise, kendini Metin’e beğendirmek için çırpınıyordu. Bir yandan da Allah’a başvurmayı
ihmal etmiyordu: çok zayıftı, biraz daha kuvvetlenemez
miydi? Metin, izci takımında trampet çalıyordu, Selim
de trampet bölüğüne alınamaz mıydı? Allah susuyordu.
1 Mart 2016 Salı
Birdenbire
uykudan, rüyadan çıkıp, kendini bir kadının yanında,
bir yatakta buluyordu gece yarısı. Kendine gelemiyordu.
Buraya nasıl geldim Olric? Yüz yıl uyuyan adam gibi yabancı
gözlerle süzüyordu çevresini. Zamanı bulamıyordu. Kendini
bulamıyordu. Uykunun rahatlığından şuursuzca fırlatılmış
garip bir yaratıktı. Sus, diyordu, kendi kendine. Sus,
kimse duymasın. Sonu kötü olacak. Sen Turgut’sun. Turgut
Özben. Hiçbir şey hissetmiyordu. Ellerini sıkıyordu acıtırcasına
‘Tanrım!
Hep önsözlerde kalıyorum!’ Durmadan yakınırdı: ‘Biraz
daha ilerleyebilsem, hiç olmazsa ‘Giriş’e kadar gelebilsem!’
Ellerime sarılırdı: ‘Bana yardım edin dostum! Bütün
kitapların neden yazıldığını, yazanların kimlere teşekkür
borçlu olduğunu, bu kitabı yazma düşüncesinin onlara nasıl
geldiğini, bu kitabın ne gibi bir boşluğu dolduracağını,
hepsini biliyorum. Sonra ne oluyor? Anlatın bana.’
Sen
gelinceye kadar yaşamıyor muyduk? Öyle mi diyorsun? Yanılıyorsun.
Herkesin bir işi gücü var, bugüne kadar bellediği bir usul var. Herkesin bir yataktan kalkışı, bir yemek yiyişi
var. Senden akıllıları var, senden yaşlıları var, senden
tecrübelileri var. Bu kadar adamın düşünemediğini sen mi
buldun? Dur bakalım, dur bakalım hele. İki satır öğrendin
diye herkesi cahil mi sanıyorsun? Bağırıp çağırarak gözümüzü mü korkutmaya çalışıyorsun? Ben bilmesem de bir
bilen vardır elbette. Bu kadar atılışı, saldırışı, yıkışı sana bırakırlar mı? Dur bakalım, dur hele. Nereden geldin, nereye
gidiyorsun? Belgelerini, izinlerini, tanıklarını, yeteneklerini
göster bakalım. Seni buraya kim soktu, kim izin verdi sana
bütün bunları söylemen için? Bir yanlışlık olacak. Kapıcıyı
çağırın. Nasıl boş bulunmuş? Dışarı çıkarın şunu: etrafa bu
kadar saldırmasına göz yummayın. Herkese, ne yaptın? ne
yapıyorsun? neye yarar bunlar? demesine fırsat vermeyin
“Selim’i anlatır mısınız bana?” dedi birdenbire. “Hayır,
önce kendinizi anlatın. Selim’in yakın dostu olduğunuzu
biliyorum. Neden buraya geldiğimi merak ediyorsunuz.
Belirli bir nedeni yok. Selim’i unutamadığım için geldim
diyelim. Hayır, önce unuttum. Sonra unutamadım.” Susarsa,
sanki her şey bitecekmiş gibi, aklına geleni söylüyordu.
“Belki siz de unuttunuz, ya da herkes gibi üzüldünüz ve
sonra... sanki ben başka türlü mü yaptım? Onu gerçekten
kaybetmenin acısını anlayabildim mi? Aradan aylar geçti.
Ne kadar geçtiğini bile tam bilmiyorum. Ben ne yaptım?
Hayır, bundan bahsetmeyelim. Fakat, bu kadar zaman sonra,
daha dün ölmüş gibi telaş göstermenin, onun arkadaşlarını
aramanın garipliği... artık üzülemez mi insan? Buna
kimseyi inandıramaz mı? Onu bana anlatın... bana yardım
edin, diyemez mi? Çünkü onu sevenler, onun böyle kaybolup
gitmesine razı olamayacaklardır. Herkes bir yerinden
tutup canlandıracaktır onu. Mesele onun ölmesi değil, ya-
şamasıdır benim için.
29 Şubat 2016 Pazartesi
Bütün ayrıntıları henüz bilmiyorum.
Onu tanıyanları sorguya çekmeliyim. Onların gözlerinin
içine dudaklarının kıvrımlarına kadar bakarak Selim’in
bıraktığı izleri öğrenmeliyim. Tabiat, sırlarını bakmasını
bilene açıklarmış. Yorulmadan, bıkmadan, görünüşe
kapılmadan bakmalıyım ben de. Yenilgilerden usanmamalıyım. Selim’in parça parça olmuş resmini yapıştırmalıyım.
Selim ne yaptı? Hep düşündü mü? Bunu öğrenmeliyiz. Ölmüş,
çürümüş, soluk, yarısı kaybolmuş hayalleri; kenarları
sararmış, eksik, kopuk, silik, dağılmış, iplerle tutturulmuş
hatıraları; dosyaların, rafların, hafızaların köşesinde kalmış
yaşantıları bulup çıkarmalıyım: tozlarını silkelemeliyim...
Turgut’un bilmediği bu arkadaşlar da Selim’e aynı şekilde
davranırlardı. Selim, Esat’ın arkadaşlarını tanımaz; Esat, Selim’in
arkadaşlarını istese de tanıyamaz. Casus gibi, kimseyi kimseye tanıtmaz. Selim’e öyle gelirdi ki bir gün bu insanlar
bir araya gelecekler; önce karşılıklı bakışıp susacaklar.
Konuşacak söz bulamayacaklar. Sonra Selim’i suçlayacaklar
ve dolayısıyla birbirlerini. Bu adamla nasıl arkadaşlık ettin?
Bu adamla mı dostluk kurdun? Bahsetmediğin değerli arkadaşın
bu muydu? Bu aptala gitmek için mi o gün bize gelmedin?
Sonunda birbirlerini hoş görseler de beni affetmezler,
derdi fakir Selim. Sonunda herkes beni suçlayacak bir
sebep bulur. Ne istiyorlardı senden Selim? Belki sen çok
şey istiyordun onlardan. Verdiğinin hiç olmazsa küçük bir
parçası kadar bir şeyler istiyordun. Sonunda kaçıyorlardı.
Hayır, sen kaçıyordun. Hayır kaçmıyordun: insana ihtiyacın
vardı. İnsanı arıyordun canım kardeşim. Bunda utanacak
ne vardı?
Bir kadın... rahmetlinin
varislerinden. Uzak bir ülkede, kimsenin tanımadığı bir çocuğu
olması gibi. Vasiyetname açılacak. Herkes toplanmış.
Avukat elini zarfa uzatıyor. Odayı derin bir sessizlik kaplamış.
Kimse başını kaldıramıyor. İşte tam bu sırada, kapamayı
unuttukları kapı, yavaşça açılıyor. İçeriye bir genç giriyor.
Bütün gözler ona çevriliyor. Kim bu? Nereden gelmiş? Oğlu,
onun oğlu! Karışıklık. Her kafadan bir ses çıkıyor. Hakkı
yok, tanımıyoruz, meşru varisleri var, vasiyetname var ortada,
hiç bahsetmiyor ondan, biz yanındaydık, yakınındaydık,
bilirdik, bilmeliydik. O hiç konuşmuyor. İri gözlerini açmış
bakıyor. Beni bulamadığı iyi oldu. Onu hiç tanımamış olduğum için, kim bilir ne kadar utanacaktım. Nasıl bir kadın
acaba? Güzel mi, akıllı mı? Ne önemi var? Ona ait değil mi?
Onun bir parçası değil mi? Bütün parçalar bir araya gelince
acaba resim tamamlanacak mı? Parçalar... nerede parçalar?
Gecenin sıcağında buharlaştı,
eridi; yoldan geçenlerin elbiselerine, ruhlarına sindi. Otomobillerin
açık pencerelerinden girdi, şoförlerin derilerinin
altına işledi. Şoförler, ellerini radyolarının düğmelerine
uzattılar, hafif müziği kapayıp Arap istasyonlarını aramaya
başladılar. Şoför Emrullah, derisinin altına şarkının girdiği
yeri, orta parmağının, direksiyon sallamaktan sertleşmiş
eklemini, hafifçe kaşıdı. Hafif bir zehirlenme. Aynı parmakla
gözünü kaşıdı; aynı parmakla başını kaşıdı. Sarhoşların şarkısı, kelebek camından dışarı uçtu. İçerlemişti: beni
Arap müziğiyle karıştırıyorlar, diye söylendi.
24 Şubat 2016 Çarşamba
Bugün için bilinemeyen bazı gerçekler, bazı
üstü örtülü olaylar, küçük ya da büyük bazı topluluklara gösterilen ilgisizlikler, tarihin tozlu raflarında unutulduğu
için hemen önemi sezilmeyen yaşantılar ve yanlış yorumlamalar
nedeniyle sınıflamalarda alt katta kalmış insanlar güneş ışığına çıkarılabilseydi (bu güneş bile bildiğimiz güneşe
benzemeyecekti elbette) Selim’in yalnızlığının sadece bir
görünüşten ibaret olduğu anlaşılacaktı. Tarih, işine gelmeyen
bütün belgeleri, Selim ve Selim gibilerden gizlemişti.
Tutarlı bir tarih felsefesinin zorunlu olduğu endişesi, birçok
gerçeğin, bile bile bir yana bırakılması sonucunu doğurmuştu.
Başka türlü olamazdı. Selim’i, geçmişten ve gelecekten
ayırmaya kimsenin hakkı yoktu. Bunun hesabı sorulmalıydı,
sorulacaktı. Dün, bugün ve yarın, onun yaşantısıyla
birleşmeliydi. Dünü, bugünü, yarını yalnızlığının dışında
yaşamalıydı Selim
15 Şubat 2016 Pazartesi
Ben iki kitapla olağanüstü işler başarırım: iki kitapla... İki kitap. İkisi tanışsalardı, nasıl
bakarlardı acaba birbirlerine? Ben Danimarka prensi Hamlet,
siz kimsiniz? Aferin oğlum Hamlet, sen bu yolda devam
et. Soylu olduğu için biraz yukardan bakacak elbette.
Öteki, beyaz harmaniyesinin içinde kaybolmuş; yalnız yüzü görünüyor. Hangi dili konuşacaklar? Biri Danimarka dilini
bilmez: yok, muhakkak bilmez. Hamlet sakalsız ve bıyıksız. O bilir mi İbranice? Öteki, inadına sakallı ve bıyıklı.
Fakir, anadilinden başkasını bilmez. Berber yüzü de görmemiş
fakir. İkisinin bir ortak yanı yok mu? Var elbette.
İkisi de babası için savaşıyor. Kim beni memnun ederse,
yukarıdaki babamı da sevindirmiş olacaktır. Hamlet, ben
babanın ruhuyum.. Ey zavallı ruh! İntikam alma meselesinde
anlaşamıyorlar. Ben, herhalde Hamlet’e yakınım. Fakat
Selim’in intikamını alacak yerde Ofelya Magdalena’nın
bacakları arasında yatıyorum.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Bakkala gidiyordum. Sevgi’yle benim bakkalıma mı? Yoksa bakkal Rıza’ya mı? Bakkallar da hep birbirlerine benzerler. Ne yapıyorsun? dedi Sev...
-
Size bu akşamı hazırladım ayıp mı oldu dersiniz şu küçük yağmuru kirpiklerinizde parlayan iki üç ağaç buldum getirdim / ıhlamur ağaçları ...
-
Nasıl bu duruma geldik Selim? Bir arada olmanın kaçınılmazlığından başka bir neden yok muydu bizi yaklaştıran ? Aramızdaki boşluğu nasıl do...
-
'' Kötülüğe karşı direnmeyeceksin'' sözünden büyük bir ferahlık duyuyorum.İnsana gerçek hürriyeti bu '' direnmek ...