Aman elini unutma, elinden bir kaza çıkmasın. Bir de ne olur, kelimelere dikkat et, yalvarırım kelimeleri unutma!
29 Şubat 2016 Pazartesi
Bütün ayrıntıları henüz bilmiyorum.
Onu tanıyanları sorguya çekmeliyim. Onların gözlerinin
içine dudaklarının kıvrımlarına kadar bakarak Selim’in
bıraktığı izleri öğrenmeliyim. Tabiat, sırlarını bakmasını
bilene açıklarmış. Yorulmadan, bıkmadan, görünüşe
kapılmadan bakmalıyım ben de. Yenilgilerden usanmamalıyım. Selim’in parça parça olmuş resmini yapıştırmalıyım.
Selim ne yaptı? Hep düşündü mü? Bunu öğrenmeliyiz. Ölmüş,
çürümüş, soluk, yarısı kaybolmuş hayalleri; kenarları
sararmış, eksik, kopuk, silik, dağılmış, iplerle tutturulmuş
hatıraları; dosyaların, rafların, hafızaların köşesinde kalmış
yaşantıları bulup çıkarmalıyım: tozlarını silkelemeliyim...
Turgut’un bilmediği bu arkadaşlar da Selim’e aynı şekilde
davranırlardı. Selim, Esat’ın arkadaşlarını tanımaz; Esat, Selim’in
arkadaşlarını istese de tanıyamaz. Casus gibi, kimseyi kimseye tanıtmaz. Selim’e öyle gelirdi ki bir gün bu insanlar
bir araya gelecekler; önce karşılıklı bakışıp susacaklar.
Konuşacak söz bulamayacaklar. Sonra Selim’i suçlayacaklar
ve dolayısıyla birbirlerini. Bu adamla nasıl arkadaşlık ettin?
Bu adamla mı dostluk kurdun? Bahsetmediğin değerli arkadaşın
bu muydu? Bu aptala gitmek için mi o gün bize gelmedin?
Sonunda birbirlerini hoş görseler de beni affetmezler,
derdi fakir Selim. Sonunda herkes beni suçlayacak bir
sebep bulur. Ne istiyorlardı senden Selim? Belki sen çok
şey istiyordun onlardan. Verdiğinin hiç olmazsa küçük bir
parçası kadar bir şeyler istiyordun. Sonunda kaçıyorlardı.
Hayır, sen kaçıyordun. Hayır kaçmıyordun: insana ihtiyacın
vardı. İnsanı arıyordun canım kardeşim. Bunda utanacak
ne vardı?
Bir kadın... rahmetlinin
varislerinden. Uzak bir ülkede, kimsenin tanımadığı bir çocuğu
olması gibi. Vasiyetname açılacak. Herkes toplanmış.
Avukat elini zarfa uzatıyor. Odayı derin bir sessizlik kaplamış.
Kimse başını kaldıramıyor. İşte tam bu sırada, kapamayı
unuttukları kapı, yavaşça açılıyor. İçeriye bir genç giriyor.
Bütün gözler ona çevriliyor. Kim bu? Nereden gelmiş? Oğlu,
onun oğlu! Karışıklık. Her kafadan bir ses çıkıyor. Hakkı
yok, tanımıyoruz, meşru varisleri var, vasiyetname var ortada,
hiç bahsetmiyor ondan, biz yanındaydık, yakınındaydık,
bilirdik, bilmeliydik. O hiç konuşmuyor. İri gözlerini açmış
bakıyor. Beni bulamadığı iyi oldu. Onu hiç tanımamış olduğum için, kim bilir ne kadar utanacaktım. Nasıl bir kadın
acaba? Güzel mi, akıllı mı? Ne önemi var? Ona ait değil mi?
Onun bir parçası değil mi? Bütün parçalar bir araya gelince
acaba resim tamamlanacak mı? Parçalar... nerede parçalar?
Gecenin sıcağında buharlaştı,
eridi; yoldan geçenlerin elbiselerine, ruhlarına sindi. Otomobillerin
açık pencerelerinden girdi, şoförlerin derilerinin
altına işledi. Şoförler, ellerini radyolarının düğmelerine
uzattılar, hafif müziği kapayıp Arap istasyonlarını aramaya
başladılar. Şoför Emrullah, derisinin altına şarkının girdiği
yeri, orta parmağının, direksiyon sallamaktan sertleşmiş
eklemini, hafifçe kaşıdı. Hafif bir zehirlenme. Aynı parmakla
gözünü kaşıdı; aynı parmakla başını kaşıdı. Sarhoşların şarkısı, kelebek camından dışarı uçtu. İçerlemişti: beni
Arap müziğiyle karıştırıyorlar, diye söylendi.
24 Şubat 2016 Çarşamba
Bugün için bilinemeyen bazı gerçekler, bazı
üstü örtülü olaylar, küçük ya da büyük bazı topluluklara gösterilen ilgisizlikler, tarihin tozlu raflarında unutulduğu
için hemen önemi sezilmeyen yaşantılar ve yanlış yorumlamalar
nedeniyle sınıflamalarda alt katta kalmış insanlar güneş ışığına çıkarılabilseydi (bu güneş bile bildiğimiz güneşe
benzemeyecekti elbette) Selim’in yalnızlığının sadece bir
görünüşten ibaret olduğu anlaşılacaktı. Tarih, işine gelmeyen
bütün belgeleri, Selim ve Selim gibilerden gizlemişti.
Tutarlı bir tarih felsefesinin zorunlu olduğu endişesi, birçok
gerçeğin, bile bile bir yana bırakılması sonucunu doğurmuştu.
Başka türlü olamazdı. Selim’i, geçmişten ve gelecekten
ayırmaya kimsenin hakkı yoktu. Bunun hesabı sorulmalıydı,
sorulacaktı. Dün, bugün ve yarın, onun yaşantısıyla
birleşmeliydi. Dünü, bugünü, yarını yalnızlığının dışında
yaşamalıydı Selim
15 Şubat 2016 Pazartesi
Ben iki kitapla olağanüstü işler başarırım: iki kitapla... İki kitap. İkisi tanışsalardı, nasıl
bakarlardı acaba birbirlerine? Ben Danimarka prensi Hamlet,
siz kimsiniz? Aferin oğlum Hamlet, sen bu yolda devam
et. Soylu olduğu için biraz yukardan bakacak elbette.
Öteki, beyaz harmaniyesinin içinde kaybolmuş; yalnız yüzü görünüyor. Hangi dili konuşacaklar? Biri Danimarka dilini
bilmez: yok, muhakkak bilmez. Hamlet sakalsız ve bıyıksız. O bilir mi İbranice? Öteki, inadına sakallı ve bıyıklı.
Fakir, anadilinden başkasını bilmez. Berber yüzü de görmemiş
fakir. İkisinin bir ortak yanı yok mu? Var elbette.
İkisi de babası için savaşıyor. Kim beni memnun ederse,
yukarıdaki babamı da sevindirmiş olacaktır. Hamlet, ben
babanın ruhuyum.. Ey zavallı ruh! İntikam alma meselesinde
anlaşamıyorlar. Ben, herhalde Hamlet’e yakınım. Fakat
Selim’in intikamını alacak yerde Ofelya Magdalena’nın
bacakları arasında yatıyorum.
14 Şubat 2016 Pazar
"benim uydurma dilimle anlatılmaz bu gerçekler seni
seviyorum Selim seni dinlemek istiyorum senin masallarını
yaşamak istiyorum senin dışındaysa gerçekler dediğin şeyleri
yaşamak istemiyorum anlıyorum beni dinlemekle bana
inanmakla gösterdiğiniz sabrı beğeniyorum kalbinizden kötü düşünceleri uzaklaştırın ve teyzenizi evden kovun yerine
saygılarımı kabul edin bu günlerde iyi bir dinleyici bulmak
o kadar güçleşti ki hayalimdeki kadınlardan bile bu kadarını beklemediğimi itiraf etmeliyim siz kurduğum hayallerden
de güzelsiniz bütün hayallerim soluklaştı sizin yanınızda
sizi düşünürken aklım duruyor "
12 Şubat 2016 Cuma
güldürmek için beni neler yapmazdı aşk sanat
okulunun birinci sınıfında bir öğrenciyim bana kafamdaki
bütün güzellikleri birleştirmek için bildiğim bütün güzellikleri
seninle yaşayabilmek için neler verdiğini bir bilsen
derdi bunu başarabilecek miyim bütün okuduklarımı düşündüklerimi hissettiklerimi anlatmalıyım onların senin
gözlerindeki yansımalarını bilmeliyim hayır hepsini yeni
baştan okumalıyım düşünmeliyim senden önce ve senden
sonra bütün bunlar ne ifade etmiş ne ifade ediyor bilmeliyim
hayır yalnız senden sonra seninle neler oluyor onu bilmeliyim
hayır hiçbir şey bilmemeliyim bilmek kelimesini
sözlükten çıkarmalıyım satırların arasına sıkışıp aşka kapalı
kaldığım devirlerde kaçırdığım güzellikleri yakalamalıyım evet kendime hesap sormalıyım evet geçmişte tek başıma
güzelliğini hissedemediğim hayır hissettiğimi bilmediğim
hayır belki bildiğim fakat ifade edemediğim bütün yaşantımın içindeki birikimleri seninle senin güzelliğinle birleştirmeliyim
evet onların da bir hikmeti vardı onlar da senin dışında yaşanmış değildi her şeyin birdenbire bir anlam kazanmasının
büyüsünü sezmeliyim Allahım ne kadar çok
isim var ben gidiyorum müsaadenizle sizi sevmek için eve
gidiyorum gözlerime bakardı
Son aylarda kimseyle
görüşmüyordu, kimseyi kabul etmiyordu, diye yazar kitaplar.
Birtakım esrarengiz insanların etkisine kapılmıştı
ve... ve sonunda ölür tabii. Sonrası daha da acıklıdır: Yapılan otopside, beyninde bir yapı bozukluğu bulunur, ya da
bir ur filan. Vah vah derler; bilseydik daha önce tedbirini
alırdık...
8 Şubat 2016 Pazartesi
Ne olacak? Ayı işte.”
“Hislerinize mağlup oluyorsunuz üstadım.”
“Mağlubiyet hakkındaki hükmü tarihe bırakalım ve serencama
devam edelim.” “Akıl hocası Makyavel’in bir köprüyü geçişi sırasında,
karşısına birdenbire çıkan bir ayıyı, annesinin erkek kardeşi
sıfatıyla selamlaması gibi, Turgut da, kuvvetli olduğu yerlerde
ayıya ayı dediği halde, işine gelmeyince onunla bir akrabalık
kurması...”
“Peki Selim, ayı-dayı-Makyavel oyunlarının zavallılığını
nasıl olur da görmezsin?”
Selim: “Rezilliğimden,” dedi. “Biliyorsun, Yeraltından
Notlar’da Dostoyevski...”
“Gene sözünü keseceğim. Ne olur, oraya girmeyelim. Ben
kayboluyorum orada.”
“Oysa biraz okusaydın, sen de orta halli bir Dostoyevski
olabilirdin pek güzel. Orta çapta bir humiliation çıkardı ortaya;
bir hikâye filan yazardın. Geçinip giderdik.”
2 Şubat 2016 Salı
Bir akşamüzeri, yazıhaneye döndüğü zaman, odacı, ikiye
katlanmış küçük bir kâğıt parçası uzattı Turgut’a. “Sizi bir
hanım aradı,” dedi. “Genç bir hanım.” Yazıhaneye oturdu,
alışkın bir hareketle kâğıdı açtı. Her zaman ona bırakılan
notları açtığı gibi. Nermin’in bir arkadaşı olmalı. Ya da derneklerden
biri için bağış isteyen sosyetik bir bayan. Kâğıtta
ince, düzgün bir el yazısıyla iki satır:
Selim’in bir arkadaşıyım.
Sizinle görüşmek isterdim.
Ne imza, ne adres. Selim’in arkadaşı. Bir kadın. Hemen odacıyı çağırdı. Hiçbir şey söylemedi mi? Hayır. Sizi biraz bekledi. Gene ararım, dedi. Selim. Selim Işık. Süleyman Kargı. Metin. Kaybolan hayaller. Ben neredeyim, ne yapıyorum? Bütün bunlar ne demek? Kendini toparlayamıyordu. Unutulan bir borcun hatırlatılması. Elini alnına vurdu. Bir zamanlar, bir yerlerde, birtakım olaylar olmuştu. Bana birtakım sözler söylemişlerdi. Günler geçti hayır, aylar oldu. Ne kadar zaman geçtiğini hatırlamaya çalıştı. Hayır, unutmadım: ben de tam sizi aklımdan geçiriyordum; tam, artık merak etmeye başladım, diyordum. Daha geçen gün konuşuyorduk. Yalan, konuşmuyordunuz. Ne yapıyordum peki? Günlerce beni uğraştıran, düşündüren bir olayı hemen unuttuğumu söyleyemezsiniz. Kimse söyleyemez. Uygun bir zaman bekliyordum. Gülünç olma. Biliyorum: görünüşte haksızım. Fakat, ne bileyim işte... beklenmedik bir zamanda. Beklenmedik hiçbir şey olmaz. Hiçbir zaman beklenmedik bir olayla karşılaşmaz insan. Olaylara rastlamamak için sen yolunu değiştirdin. Karşı kaldırıma geçtin. Bu sözüne gülmek isterdim. Bütün gücümle gülmek isterdim. Ben mi kaçtım? Olmaz. Bir yanlışlık var. Bir daha gelir mi acaba? İnşallah gelmez. Ondan korkuyor muyum? Neden korkayım? Bir şey bilmiyor ki. Arkadaşlarıyla görüştüğü- mü, bu meseleyi kurcaladığımı, sonra da... bilemez, bilemez... O halde, korkmam gereksiz. Gene gelecekmiş. Ya beni bulsaydı? En hazırlıksız bir durumda! Belki onu hemen geri çevirirdim. Saçmalıyorum. Biraz düşünmeliyim, siz daha sonra gelin. Aptal. Ne diyecekti de düşünecektim? Benim gibi, olmayacak hayaller mi kuruyordu bu kadın sanki? Kadın mı? Selim’in arkadaşı... kadın...
Selim’in bir arkadaşıyım.
Sizinle görüşmek isterdim.
Ne imza, ne adres. Selim’in arkadaşı. Bir kadın. Hemen odacıyı çağırdı. Hiçbir şey söylemedi mi? Hayır. Sizi biraz bekledi. Gene ararım, dedi. Selim. Selim Işık. Süleyman Kargı. Metin. Kaybolan hayaller. Ben neredeyim, ne yapıyorum? Bütün bunlar ne demek? Kendini toparlayamıyordu. Unutulan bir borcun hatırlatılması. Elini alnına vurdu. Bir zamanlar, bir yerlerde, birtakım olaylar olmuştu. Bana birtakım sözler söylemişlerdi. Günler geçti hayır, aylar oldu. Ne kadar zaman geçtiğini hatırlamaya çalıştı. Hayır, unutmadım: ben de tam sizi aklımdan geçiriyordum; tam, artık merak etmeye başladım, diyordum. Daha geçen gün konuşuyorduk. Yalan, konuşmuyordunuz. Ne yapıyordum peki? Günlerce beni uğraştıran, düşündüren bir olayı hemen unuttuğumu söyleyemezsiniz. Kimse söyleyemez. Uygun bir zaman bekliyordum. Gülünç olma. Biliyorum: görünüşte haksızım. Fakat, ne bileyim işte... beklenmedik bir zamanda. Beklenmedik hiçbir şey olmaz. Hiçbir zaman beklenmedik bir olayla karşılaşmaz insan. Olaylara rastlamamak için sen yolunu değiştirdin. Karşı kaldırıma geçtin. Bu sözüne gülmek isterdim. Bütün gücümle gülmek isterdim. Ben mi kaçtım? Olmaz. Bir yanlışlık var. Bir daha gelir mi acaba? İnşallah gelmez. Ondan korkuyor muyum? Neden korkayım? Bir şey bilmiyor ki. Arkadaşlarıyla görüştüğü- mü, bu meseleyi kurcaladığımı, sonra da... bilemez, bilemez... O halde, korkmam gereksiz. Gene gelecekmiş. Ya beni bulsaydı? En hazırlıksız bir durumda! Belki onu hemen geri çevirirdim. Saçmalıyorum. Biraz düşünmeliyim, siz daha sonra gelin. Aptal. Ne diyecekti de düşünecektim? Benim gibi, olmayacak hayaller mi kuruyordu bu kadın sanki? Kadın mı? Selim’in arkadaşı... kadın...
Arşiv, büyük ve uzun bir salondu. Bütün duvarlarda tavana
kadar raflar, raflarda dosyalar, dosyalarımız. Canımız,
hayatımız. Salonun orta kısmında masalar vardı: dört bir
yanı bankolarla çevrilmiş memur masaları. Bir domino oyunundaki
taşlar gibi birbirlerine yapışmış, uzayıp giden masalar.
Uzayıp giden Devlet Demir Yolları gibi. Her yerde
karşıma çıkma Selim...
307
307
1 Şubat 2016 Pazartesi
“Bundan yirmi beş yıl kadar evveldi. Aksaray’ın Horozuç-
maz Mahallesi Lâlegül Sokağı Hane No. 54, Cilt No. 22, Sahife
No. 669’da, iki katlı ahşap bir evde, medeni hali bekâr,
cinsiyeti erkek, dini İslam bir çocuk dünyaya geldi. Babası
tütün rejisi muhasipliğinden, on sekiz yıl dört ay yirmi iki
gün sonra emekliye ayrılacak olan Hüsnü Bey, annesi de ev
kadını Mürüvvet Hanım’dı. Turgut bir ebe marifetiyle, babası
ahşap evin alt katında merak ve endişeyle kıvranır ve
beş dakikada bir merdivenleri tırmanırken dünyaya geldi.
Daha doğrusu, yazık ki, yedinci kere merdivenleri tırmandıktan
sonra aşağı inerken doğdu.
“Yaman bir
milletiz; Rusları ve Rusları sevmeyenleri aynı derinlikte anlarız;
ama, belli etmeyiz. Bizim gösterişe ihtiyacımız yoktur.
Yaptıkları eserleri karşılarına koyup, bununla boş bir gurura
kapılmak Evropalıların işidir. Durmadan, varlıklarını duymak
için, olur olmaz yerde, good morning, bon soir derler
birbirlerine. Bizde de birtakım insanlar bunu tutturmuş. Bugünlerde
de ‘iyi günler’ diye bir söz çıkmış. Herkes birbirine
iyi günler deyip duruyor. ‘Bonjour’un tercümesiymiş.” Kendi
sözlerine, herkesten önce, kendisi gür bir kahkaha atmıştı: nerede başlayıp nerede biteceği hiç belli olmayan sözlerine,
Nermin’in ve alay ettiği Avrupalıların hiçbir zaman anlayamayacaklarını
düşündüğü bir duyguyla gülmüştü.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Bakkala gidiyordum. Sevgi’yle benim bakkalıma mı? Yoksa bakkal Rıza’ya mı? Bakkallar da hep birbirlerine benzerler. Ne yapıyorsun? dedi Sev...
-
Size bu akşamı hazırladım ayıp mı oldu dersiniz şu küçük yağmuru kirpiklerinizde parlayan iki üç ağaç buldum getirdim / ıhlamur ağaçları ...
-
Nasıl bu duruma geldik Selim? Bir arada olmanın kaçınılmazlığından başka bir neden yok muydu bizi yaklaştıran ? Aramızdaki boşluğu nasıl do...
-
'' Kötülüğe karşı direnmeyeceksin'' sözünden büyük bir ferahlık duyuyorum.İnsana gerçek hürriyeti bu '' direnmek ...