26 Eylül 2007 Çarşamba

Ve tabii Uçurtmaları söyleyecektik hep bir ağızdan....




Ölümünü izleyen günler tuhaftır ağlayamıyordum.İçim katılmıştı.Bilirsin kolay ağlayamam ben .Ağladığım sayılıdır.Senin gözündeki günahlarımdan biriydu bu.Acım içime kapanır, içime akar,kalbimin kayalıklarında bir yerde kaybolur gider.Önceleri gözyaşlarımı sakladığımı sanıyordun, oysa gözyaşlarım bende bile saklanmıştı.

Koyu bir kahve koydum fincanıma.''Yahu biz kahve yokken ne içerdik eskiden'' Sesinde havaya dağılan buğu alnımı kamaştırıyor.Yüzünden çok sesini hatırlıyorum neredeyse .Nasıl bir kulak dolgunluğuymuşsun benim için meğer.Ölüm kulağımı tıkayamıyor.Oldukça eski az rastlanan yanlış hatırlamıyorsam Fransız demiştin, çift kulplu bu fincanlardan bir kendine birde bana almıştın Çukurcumadaki eskicilerden.Kendininki daha sonra çatlamış ,fincandan vazgeçemediğin içinde ,içine süs bitkisi dikerek pencere önüne koymuştun.Eşyaya hürmetin vardı.Senin eskicileri dolaşmanı içim boğularak izlerdim.Çocukluğumun loş ,tenha odalarının kapıları sisli bir aydınlıkla aralanır,keskin bir küf kokusuyla birlikte mal mülk düşkünü babaannemin ,halalarımın evleri canlanırdı gözlerimin önünde.İçim daralır, başımı çevirir,dışarıyla ilgilenirdim sen hiç üşenmeden mıncık mıncık eskici gezerken .Senin geçmişin tozlu ,dediğin şeylere başımı çeviriyor oluşumu , kayıtsızlığıma ,estetik yoksunluğuma ve benzeri şeylere yorardın.Benim reddettiğim mirasın kalıntılarını bu izbe dükkan köşelerinde eşeliyor olmanı yüzlemek istemiyor ,aramızda gergin bir yay , ya da derin bir uçurum gibi duran o sınıf duvarını saydamlaştıracak her tür sessizliği kullanıyordum.Dolayısıyla orta halli bir memur çocuğu olarak hiçbir zaman sahip olamadığın geçmişten sahte bir mazi inşa etmene imkan tanıyan bu döküntü dükkanlarını seninle birlikte gezerken hiç ses çıkarmamaya özen gösteriyordum.Fakat heyecanla gösterdiğinde o fincanlar benimde hoşuma gitmiş ,aramızdaki bu sessiz çelişkiyi barıştırmıştı.Sendekinin aynını daha sonra bende görenler şaşırıyor ,ikimiz arasında görünmez bir bağın , ortak bir özelliğin ,düpedüz bir yazarlık gizinin arkeolojik kazılarda ele geçirilmiş bir buluntusu gibi bakıyorlardı o masum fincanlara.Sonradan aramış ama bulamamışlar o çift kulplu içi işlemeli hadi artık Fransız diyelim yazar fincanlarından.Senin morgdan alırken buzhane çekmecesinden çıkan katılmış bedenine bakarken ağlamaya zorlamıştım kendimi.Senin matemini eksik tutuyordum.Sen böyle olsun istemezdin.''Gözyaşlarını duyarlığın tek ölçüsü kabul ediyorsun niye'' diye sormuştum bir keresinde .İfade edişin farklı yolları yokmudur? Gusulhanede hortumla su sıkılıyordu donmuş bedenine, pamuk tıkılıyordu.Bir köşede durmuş ,ellerimi bağlamış sonuna dek izliyordum seni.Yolu uzatıyordum.Mezarına kadar inmiş yerleştirilmene yardım etmiştim.Vasiyetin cesedinin yakılması ve küllerinin çocukluğunun unutulmaz kaneti Karlıova' ya götürülmesiydi.Bodur otları ,fundalıkları geçip , patika yollardan tepedeki büyük düzlüğe çıkacaktık bir günbatımı vakti ,yüzlerce uçurtma gökyüzünde salınırken ,küllerini rüzgara verecektik.Çocukluğun el sallayacaktı bize uzaktan.Tıpkı bestelenip şarkı olduktan sonra herkesin dilinde dolaşan o unutulmaz şiirin Uçurtmalarda olduğu gibi .Ve tabii Uçurtmaları söyleyecektik hep bir ağızdan .Oysa şimdi ayağım kaymasın diye bana uzanan ele tutunup mezarından çıkıyordum, geride seni bir un çuvalı gibi bırakıp.Aşağıda bıraktığım çukurda beyaz bir kefen içinde sen yatıyordun ve bizler üzerine toprak atıyorduk.Ne dirilerimizin ütopyalarına , ne de ölülerimizin vasiyetine yüreğimiz yoktu.Cesaretimiz de.Halimiz mecalimizde.Sürüklenip gidiyorduk işte.Şimdilerde dünyalılardan umudu kestik.Artık şu uzaylılar gelsede birşeyler sahiden değişse diye bekleşiyoruz.
Cenaze namazı sırasında imamın ''Merhumu nasıl bilirdiniz'' sorusunu cemaat yanıtlarken en çok gözgöze gelmek istediğim insan gene sendin.Bu soruyu yıllardır herkes yanıtlamıştı.Büyük odaklar sandıkları kültür sanat dergilerinin daha yazarken sararan sayfalarında , büyük iktidar sandıkları ödül jürilerinde , akşam üzeri barlarında , sanatevlerinde :Merhumu nasıl bilirdiniz?
Bir hafta sonraydı.
Editörün yolladığı dosya kapağı bile açılmadan öylece duruyırdu masamın üzerinde .El sürememiştim.Kapağı kaldırdığımda odaya doluşacak şeyleri karşılayacak gücüm yoktu.Masanın üzerinde öyle usul durdukça yalnızca bir borçtu, odaya dağıldığındaysa ansızın bir yük ,katlanılması güç bir ağırlık olmasından korkuyordum.Dosyanın üzerinde iri harfler ve özenli yazın:Kaf Dağının Önü .Masallar.

Kalkıp bir kahve daha içtim.Yıkamaya üşendiğimden üst üste üç dört kez aynı fincanı kullanırdım.Bu kez yıkayayım şunu dedim, çok yapışmış.Musluktan gelen basınçlı su , elimden kaptığı gibi lavabonun zemininde paramparça etti fincanımı .Benimkide kırılmıştı şimdi.Başkalarının yüklediği anlamıyla aramızdaki son bağda kopmuştu.
İşte o zaman , ancak o zaman , akşamüzerinin o en koyu saatinde , bana armağan ettiğin o çift kulplu fincan paramparça olduğunda birdenbire bağıra bağıra ağlamaya başladım.Eşyanın tarif gücü gözlerimdeki buzdağının çözmüş almıştı benden .Eşya öcünü almıştı.Yıllardır bütün ağlayamadıklarım kadar ağladım.Yıkanır gibi ağladım.

Artık öldüğünü kabul etmenin zamanı gelmişti.


Hiç yorum yok:

 Hiçbir şey istemiyorum. Münir Nurettin Selçuk istiyorum: Beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın. Hedda Gabler’in en sevdiği şarkı bu. Hiç ...