27 Haziran 2018 Çarşamba

- “Gözünden damlayamayan gözyaşın olayım.”

Bir ayrılığın hüznü şu yakarıştan daha güzel nasıl yansıtılır bilemiyorum.

N’olur bırakma beni, daima sende ve seninle kalayım demenin en zarif biçimi.

N’olur ağlama ey sevgili, demenin... ağlama ki akmayayım, gitmeyeyim, ağlama ki deryanın kendisiyken onun bir parçası, bir damlası, bir “damla parçası” olmayayım diye yalvarıp yakarmanın...

Ezgi hiç kuşkusuz ki sürecin daha öncesine atıfla başlar:

- “Boğazında düğümlenen hıçkırık olayım.”

Olayım ki sende kalayım, düğümleneyim ki kopamayayım.

Birine, bir şeye, bir bütüne ilişik olma duygusunun sonu dramatik değil, daima trajiktir çünkü.

Kopuş ve ayrılış, firak ve hicran, ve ardından bir damlanın kendisinden koptuğu ummâna o ürkek yakarışı:

- “Unutma beni, unutama beni.”


* * *


Ayrılmak başka, ayrı düşmek başka; ilkinde ayrılanların istenci rol oynar, diğerinde ayıranların.

Tanrı bile hep anılmak, hatırlanmak, unutulmamak ister, “anın beni ki ben de sizi anayım” der, her şeyi bağışlar ama unutanları, terkedenleri bağışlamaz, üstelik onları hemen unutulmakla/terkedilmekle tehdit eder.

Oysa ayrılmak, sanma ki iki taraflı bir edim, değil; ayrılık aksine hep bir tarafın ayrılığıdır, daima birinin ayrılığı. Bu yüzden de her ayrılık öyküsü, gerçekte bir terk etme, bir terk olunma öyküsü.

- “Ben nasıl ki unutmadım, sen de unutma beni, unutama beni.”

Farkında mısın, belki o narin yüreğin incinir korkusuyla seçenekleri çoğaltıyorum ey talib, yoksa terkeden âşık mı görülmüşür bu âlemde? Biliyorum, çok insafsızca, ve fakat hakikat böyle: her defasında, terk ederkenbile, terk olunuruz, terk ediliriz de bir türlü kabullenemeyiz. Oysa ne tuhaf,  bizler inadına, terk olundukça gelişip olgunlaşırız; ayrıldıkça, yırtıldıkça, koptukça büyürüz; ama sırf ayrılığın acısına dayanmak için, sadece ama sadece acıya direnmek için... kendimizi büyütürüz.


* * *


Fiziksel mesafeler kimin umurunda, gerçek mesafeler daima ruhsaldır. Unutmak da istemeyiz bu yüzden, unutulmak da; daima hatırlamak ve hatırlanmak isteriz. N’apalım elimizde değil, sevgilinin yaşamından ayrılsak bile gönlünden ayrılmamayı isteriz.

Tam da burada hayal ile hafıza sözcükleri eşleşir, ve o uçsuz bucaksız insan gönlü tüm aşkların yegâne sahnesi haline gelir; tüm aşkların ve tüm ayrılıkların, yani firak ve hicranın her türlüsünün.

İlkin ana rahminden ayrılırız, sonra memeden, sonra gözlerden ırak düşüp evden ayrılırız, yuvadan, sonra okuldan, en son yaşamdan. Bu süreçte hatırlayabilmek için hatırlanırız, geçmişin sesini hep yanımızda duyumsarız, öyle ki “... sevişirken, öpüşürken, yapayalnız dolaşırken, unutmaya çalışırken ...” nedense içimizde bir yerlerde daima aynı seslenişin yankılanıp durduğunu farkederiz:

- “Unutma beni, unutama beni.”

Aşk sefili olmamanı öğütleyenlere aldırma ey talib, aşk bizatihi sefalettir, bir yoksunluk çınarıdır, heybetten gayrı yemişi de olmaz bu yüzden, sureti de. Firakta değil vuslatta dahi olmaz, çünkü asla itminan bulmaz aşk, hiçbir miktarla yetinmez, yetinemez, bir türlü doymak bilmez. Ezeli açlığın adıdır aşk. Kurbiyete ve yakınlığa düşkünlüktür, şaşma sakın, bu nedenle yüceltilmekten çok kınanmaya layık olanın sıfatıdır.


* * *


Hani sevgili?

Nerede bekliyor?

Bilmiyorum.

Ben hiç aşık olmuş muydum?

Adını, suretini, çehresini anımsamadığım bir yârin peşinden hiç koşmuş muydum bilmiyorum.

Niçin bu-ara-dayım?

Niçin kendimi bu denli huzursuz, bu denli yitik duyumsuyorum?

Niçin ilerledikçe önüme değil ardıma bakıyorum?
Kimi arıyorum?

Arayan mıyım, aranan mı, inan bilmiyorum.

Geçmişimi bir türlü anımsayamıyorum.

Yanıtlardan vazgeçtim, bazen sorularımı bile unutmaktan korkuyorum.

Korkuyorum, çünkü ne zaman gözlerimi kapasam, düşlerimde kendimi hep boşlukta süzülen bir gözyaşı damlası olarak görüyorum.

Anlamıyor musun ey talib, ben bile kendimi unutmuşum, bari sen unutma beni!

Lütfen, unutama beni.

Hiç yorum yok:

 Hiçbir şey istemiyorum. Münir Nurettin Selçuk istiyorum: Beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın. Hedda Gabler’in en sevdiği şarkı bu. Hiç ...